17 Eylül 2010 Cuma

Eski Hal Muhal ya Yeni Hal ya İzmihlal

Hakkari'de sivil bir minübüsün geçişi sırasında patlatılan mayınla 9 kişinin ölümü...Ateş düştüğü yeri yakıyorun ötesinde bir şeyler söylemek gerek...

Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin her zaman önünde üç problem olagelmiştir. Bu problemler aynı zamanda ulus-devletimizin de birer çıpaları olmuştur. Bunlar çıpalar: Kürt Meselesi, Laiklik, Sivil-Asker ilişkileri başlıkları altında toplanmaktadır. Sekizinci Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’a danışmanları tarafından bu çıpalar açıklandığında nasıl bir tepki vermişti acaba? Üstelik birer tarihsel mesele olan bu çıpaların kendisi tarafından çözülemeyeceğinin altı çizilerek anlatıldığında kafasını sallamakla mı yetinmişti?

Bu üç çıpa arasından tarihsel olarak Türkiye’nin bir kambur gibi taşıdığı Kürt Meselesi’ni çözmek için yönetici erk dönemsel olarak çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Bu girişimlerden sonuncusu, demokratik açılım çatısı altında konuşlandırılmaya çalışılan nihai açılım sürecidir. Geçtiğimiz yıl mayıs ayının ortalarında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan’ın “Kürt sorununda açılımlar olacak” ve “Kürt sorunu için tarihi fırsat” sözleriyle başlayıp Milli Güvenlik Kurulu’nun da sürece destek vermesinin ardından neredeyse bir buçuk yıl geçti. Mezkûr sorunun bizzat kendisinin bir gayya kuyusu olmaktan çıkartabilecek bir formül ne Özal öncesinde ve sonrasında halen geliştirilemez olduğu algılanıyor. Ne söylense, ne yapılsa ve çözüme yönelik ne ortaya konulsa, gayya kuyusunun bir parçası olmadan öteye geçilebilmiş de değil. Psikanalitik çerçevede nasıl ki kişilerin ulaştığı bilişsel düzey bunaltı doğuracak raddeye ulaştığında kişi psikolojik gerileme yaşıyorsa, mezkûr sorunun seyrinde karşılaşılacak her bulantı düzeyi, bizim yeniden tarihe atıflarda bulunmamıza neden olup bir gerileme yaşatıyor.

Üç Çıpa’dan Birinin Kaynağı Musul Meselesi

Örneğin ne zamanki ‘Kürt Meselesi’nin çözümüne dönük bir hareketlik başlasa ve bu girişimin akim kalacağı izlenimi tebarüz etse, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını müteakip yaşanan travmalar biliş düzeyinde yeniden yerini alıyor. Bu biliş düzeyi ise yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Musul Meselesi’ne tekabül ediyor denilebilir. Zira Musul Vilayeti Osmanlı’nın batılı devletlere karşı kazanılan Milli Mücadele’nin ardından ulus-devletin kurulması sürecinde masada belli bir süre daha mücadele etmek zorunda kaldığı durumu yansıtıyor. Ne var ki, II. Lozan görüşmelerinin ardından modern Türkiye Cumhuriyeti’nin Musul Vilayeti’ni şartlı bir şekilde Britanya mandası altındaki Irak Krallığı’na bırakmasının yarattığı açı kırılması “Kürt Meselesi” olarak nitelenen problemin soyut düzleminin alanına denk geliyor.

Yönetici Erk Meselenin Özünü Biliyor

Mesele ne şekilde ele alınırsa alınsın Musul Vilayeti’nin kaybedilmesiyle oluşan açı kırılmasının oluşturduğu fay hattının yeni bir sistem oluşturduğu gerçeğinden kimsenin kaçamayacağı ortadadır. Zira ne tarih geriye doğru işlemekte, ne de tarihi yeniden yazabilecek bir uzay bulunmaktadır. Bu meselenin, Mustafa Kemal Atatürk’ün, gözünün arkada gitmesine neden olduğu ve Misak-ı Milli sınırları dâhilindeki Musul Vilayeti mirasını İsmet Paşa’ya söylediği biliniyor. Bu mirasın daha sonra İsmet Paşa tarafından, Bülent Ecevit’e, Bülent Ecevit’in de dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e aktardığı çeşitli platformlarda dile getirilmişti.




Tükenen Osmanlı Mirası ve Gençlik Hareketleri

Büyük çatı altında meydana gelen Musul Vilayeti çatlağı son 90 yılda yaşanan travmaları da beraberinde getirmiş ve bu travmaların üzeri defalarca örtülmeye çalışılmıştır. Ancak hiçbir zaman oluşan yaralara iyileşme imkânı tanınmamıştır. Bunun nedeni modern Türkiye bölgeye ilişkin doğal ve tarihi sorunları uzun soluklu ve gerçekçi bir zemin üzerinde enine boyuna inceleme ve değerlendirme fırsatı bulamaması olabilir. Zira II. Lozan görüşmelerinden sonra Kürt nüfusunun yoğunluklu olarak yaşadığı Musul Vilayeti’nin kopması Kürtler nezdinde terkedilmiş, istenmeyen, karşılık görmeyen bir halk olarak algılanmasına neden olmuştur.
Türkiye geliştikçe, sınırlarıyla beraber sorunları da yerli yerine oturdukça bölgenin her iki tarafında kalan Kürt halkı kendi meşru zeminlerini kendileri aramaya koyuldular. Bu zemin arayışları 1960’lara kadar, Osmanlı’dan miras kalan sorunlar ve sistemler üzerine kurgulanmıştır. Ne var ki, 1960’lardan sonra Osmanlı’nın mirası da tükenmeye yüz tuttu. Özellikle Türkiye’nin NATO’ya üyeliğinden sonra kendi safını açıkça belli etmesi ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt halkını’ iyiden iyiye ilgisiz bıraktı. İşte böylesi bir ahval ve şeraitte hem kendi mecrasını bulmaya çalışan Türkiye, hem de meşru zemini arayan Kürt halkı dünya genelinde başlayan 1968 gençlik hareketleriyle yüz yüze kaldılar. Tıpkı dünya genelinde olduğu gibi 1968 Türkiye’si dünyanın dört bir yanında etkisini göstermiş olan gençlik hareketlerinden ziyadesiyle etkilenmiştir. Modern Türkiye’de boş alan yakalayan gençlik hareketleri sol kaynaklı olmakla birlikte Marksist-Leninist çizgide başlayan öğrenci örgütlenmeleri de, o dönemin gençliğini amaçları doğrusunda kullanmış ve genç Türkiye’nin gençlerinin dinamizmini, meşru isteklerini de istismar etmiştir.

Gençlik Hareketleri  ve PKK’nın Kuruluşu

Ortaya çıkan gençlik hareketlerinin oluşturduğu anarşi olayları da Kürt Meselesini daha çok yasal olmayan alana çekmiş ve artık mirası tükenen bir Türkiye’de ‘yönetenler eskisi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği” bir duruma dönüşmüştür. Meşru zemin arayışlarını gençlik hareketlerinin dinamizmine havale eden ve de muhatap görmek isteyen Kürt gençler de kendilerini ezilmiş, dışlanmış ve istenmeyen olarak addettikleri Kürt halkının kurtarıcısı olarak görmeye başlamışlardır. Kurtarıcılık fikri ne zamanki meşru zeminden uzaklaşmaya başlamış, işte o zaman bir gerileme yaşayarak Türkiye’den ayrılık fikri daha fazla telaffuz edilmeye başlamıştır. Özellikle 1968 sonrası 12 Eylül 1980 darbesine giden süreçte hayalî olarak da görülse bölünme bilinçaltında işlenmeye başlamıştır. Kan ve acı dolu çatışmaların sahne olduğu 1970’lerin Türkiye’sinde Marksist fikirlere dayanan Kürdistan İşçi Partisi de (PKK), Türkiye’nin henüz yerli yerine oturmamış temel dinamiklerini sarsmıştır. İşte bu kaotik ortamda 5–10 kişilik genç ve devrimci bir ekiple yola çıkan ve hala devam eden PKK ülkede düşük yoğunluklu savaşın yaşanmasının da temellerini atmıştır.

Kısaca PKK’nın kuruluşuna değinilecek olunursa, Abdullah Öcalan ve arkadaşlarının Ankara yakınlarındaki Çubuk Barajı’nda Nisan 1973’te gerçekleştirdiği ilk toplantılarında tarihsel bir isim olarak kullanılan Kürdistan bölgesinin bir sömürge olduğu tezi ortaya atılmıştır. İlk toplantılarından itibaren belli bir süreye kadar özellikle silahlı mücadeleye karşı duran bir tutumu benimseyen PKK’nın çekirdek ekibi, hayali devrim mücadelelerinde belli ki muhatap bulamamanın sorunlarını yaşamışlardır. Öcalan ve arkadaşlarının ikinci toplantıları veya görüşmeleri yine Ankara sınırları içerisinde Abidinpaşa-Tuzluçayır semtinde gerçekleşmiştir. Tuzluçayır olayı Çubuk barajı toplantısına göre daha önemli bir görüşme olduğu kabul edilmektedir. Bu toplantıda PKK’nın çekirdek kadrosunun ilk kez örgütlü olarak bir araya geldiği şeklinde kuvvetli iddialar bulunmasına rağmen Öcalan bunu reddetmektedir. Çeşitli kaynaklardan edinilen derlemelere göre bu toplantıya 11 kişinin katıldığı söylenebilir. Bunlar; Abdullah Öcalan ve ilk eşi Kesire Yıldırım, Cemil Bayık, Ali Özer, Haki Karaer Musa Erdoğan, İsmet Kılıç, Hasan Asgar Gürgöze, Kemal Pir, Kamer Özkan, ve Haydar Keytan.

PKK’nın stratejisinin ve açılımının temelini oluşturan üçüncü bir toplantı da Ankara’nın Dikmen semtinde öğrencilerin kaldığı bir apartman dairesinde gerçekleştiği söylenmektedir. Gruplaşmanın netlik kazanmaya başladığı bu toplantı sonucunda Öcalan’ın Ankara’da kalması daha uygun görülmüş ve bazı kararlar alınmıştır. Örgüt için bu toplantının esas önemi amatörlükten profesyönel örgüt çalışmalarına geçilmesidir. Dikmen toplantısında Öcalan liderliğinde 25 kişilik bir grup bir araya gelmiş ve grup pratikten hareketle gruba merkezi bir yapı kazandırarak örgütleşmeye başlamıştır. Bütün toplantı ve eğitim çalışmalarında silahlı mücadeleden bahsedilirken, silaha başvurulmaması, Tunceli’de bir banka soygunu dışında güncel devrimci pratikten geri kalınmaması benimsenmiştir.

Çubuk Barajı toplantısıyla başlayan, 1973-1976 yılları arasında, gerçekleşen örgütün çekirdek yapılanmasının ve temelinin atılmasına vesile olan bu görüşmeleri Öcalan ideolojik altyapı ve öncü kadro oluşturma olarak ifade etmektedir. 1976 yılından itibaren arkadaşlarıyla birlikte Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya dağılan bu kadrolar, teoride gördüklerini uygulamaya geçirmeye başlamışlardır.

Bu süreçte örgüt faaliyetleri daha çok eleman kazanmaya ve gençler üzerinde tesir oluşturarak tabanını genişletmeye yönelmiştir. Gençlere yönelik faaliyetlerin hakkında Öcalan; “Çalışmalar daha çok aydın gençlik kesiminin içerisinde yürütülüyordu. Aydın gençliğin kendine özgü karakteri vardır. Bu defa, toplumsal bir kategori olarak gençlik devrimci düşüncelere açık, onları rahatlıkla benimseyebilen özelliklere sahiptir. İkincisi aydın gençlik olması itibariyle bilimle en çok temasta bulunan ve devrimci düşünceleri en erkenden özümsemeye yatkın bir kesimi oluşturuyor. Üçüncüsü gençliğin atılgan coşkulu engel tanımayan özellikleri vardır. Bu açıdan gençlik kesimi içerisinde çalışma yürütülmesi doğal ve zorunluydu.” demektedir.

Mesele’nin Özü Dâhilinde PKK Aymaz Bir Yapıdır

Musul Vilayeti Osmanlı’nın batılı devletlere karşı kazanılan Milli Mücadele’nin ardından ulus-devletin kurulması sürecinde masada belli bir süre daha mücadele etmek zorunda kaldığı durumu yansıtması Türkiye’nin, kalbi, vicdani ve de uhrevi olarak Kürdü bünyesine dahil edememesine neden olmuştur. Kürdü alamayan bir Türkiye’de oluşan ilk boşlukta aymaz bir yapının ortaya çıkması meselenin özünden son derece uzak bir durumdur. Öcalan’a Kürt halkının lideri demek ne derece yanlışsa, PKK’nın da Kürt halkının mücadelesini veriyor demek o derece yersiz ve saptırma bir mecradır. PKK ile güvenlik alanında mücadele veren Türkiye’de Kürt halkı kendi onurlarından asla ve kata şüphe etmemelidir. Türk halkı da PKK’dan dolayı bölünme tedirginliği yaşamamalıdır. Kürt Meselesi’ni PKK üzerinden okumaya çalışmak tıpkı PKK’nın aymazlığı gibi bir aymazlıktır. Milli mücadele döneminde Kürt halkının yaşadığı ve yaşayacağı travmayı sezen Said-i Kürdi’nin Kürtlere seslendiği yazısıyla bitirelim;




Ya ma’şere’l Ekrad

İttifakta kuvvet, uhuvvette saadet, hükümette selamet var. İttihadın habl-ı metnini muhabbetin dayanıklı halatını sıkı tutun ki, sizi belalardan kurtarsın. Güzelce kulak veriniz, dinleyiniz; size bir şey söyleyeyim: Biliniz ki, üç; evet üç cevherimiz var ki, bizden muhafazasını istiyorlar: Birincisi: İslamiyet, ki milyonlarla şühedamızın kanını ona baha vermişiz. İkincisi: cevheri insaniyet, ki bizi heyeti içtimaiye nazarında insan gösterecek odur. Üçüncü; Milliyet ki, pişevalarımızın, seleflerimizin ruhlarını mezarda şad ettirecek bir tuhfemiz ve onlarla rabıta-i ezeliye ve ebediyemiz olacaktır. Şu üç cevhere mukabil bir de üç düşmanımız vardır, ki bizi mahvediyor: Birincisi: Fakr, ki İstanbul’daki 40 bin hamalın vücudu o düşmanımızın numune-i tasallutudur. İkincisi: Cehl, ki birinci düşmanımızın istilâsına büyük bir yardımcıdır. Zebun-u fakr olan o 40 bin hamalın içinde binde biri bir gazeteyi okuyamıyor ki bir tarik-i necat bulsun. Üçüncüsü: İhtilaf ve muadat-ı cahilânemizdir, ki biz birbirimizle boğuştukça bir terbiyeye bihakkın kesb-i istihkak ediyorduk. Bilmeli ve anlamalıyız ki: şu üç düşmanı kahretmek ve o üç cevherimizi onların ellerinden kurtarmak içinde elmastan masnu üç kılınç bize lazımdır. Birinci kılıncımız maarif, ikinci, ittifak ve muhabbet-i milli; üçüncüde teşebbüs-ü şahsi ve sa’yi nefsidir. (Said-i Nursi, Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi, Sayı 2, Sayfa 13, 12 Aralık 1908)


Yusuf Ergen, Ekopolitik Gündem, 3. Sayı, 16 Eylül 2010

6 Eylül 2010 Pazartesi

Bu Kış İtalya’ya Komünizm Gelecek!

1980 yılında İtalya’nın Bologna kentinin tren garında bir bomba patladı. Patlama sonucunda 85 ölü ve 200 yaralı olduğu açıklandı. Neo-faşist bir grup Roma merkezli bir gazeteyi arayarak gara bombayı kendilerinin yerleştirdiklerini söylediler. Diğer yandan bazı yayın organları da eylemin aşırı sol Kızıl Tugaylar tarafından yapılmış olabileceği haberlerini geçiyorlardı. Bologna’da meydana gelen olaydan dört yıl sonra, 1984’ün Kasım’ında Floransa’dan Bologna’ya giden sözde “Noel” treninde yine bir bomba patladı ve 15 kişi hayatını kaybetti 267 kişi yaralandı.


80’li yıllar İtalya için hiç de iyi başlamamıştı. 1981 yılında ülkenin üst düzey generalleri, bakanları, bürokratları, gazetecileri ve akademisyenlerinin İtalya devletini kontrol etmek amacıyla bir Mason Loca’sına kayıtlı oldukları keşfedildi. 1990 yılında parlamentoda ilk kez bir İtalyan başbakanı ülkesinde Komünizm ile mücadele etmek için 1950’den beri kurulmuş asker ve sivillerden oluşan gizli bir örgütün varlığını kabul eden açıklamalarda bulunmuştu. İkinci Dünya Savaşı sonrası, İtalya’da pek çok bombalama, sivil yönetime darbe ve diğer devlet kurumlarını ele geçirme eylemlerine şahit oldu. Soğuk Savaş süreci boyunca İtalyan Meclisi’nin ilgili komisyonlarına gelen bir çok belge ve kanıt, örtülü güçlerin bu tür eylemlerinin olduğunu ortaya koyuyor ancak yargı önünde örgütlü bir yapının olduğu ispatlanamıyordu. 1991 yılında İtalyan Meclis’inde oluşturulmuş soruşturma komisyonu ilk kez, İtalya’da ‘Paralel Devlet’ kelimesini kullandı.

Her ne kadar ‘Paralel Devlet’, (biz de ki tabiriyle ‘Derin Devlet’) üzerine çok yazılıp çizilmiş olsa da, konuya teorik olarak yaklaşan, 20 yy’ın başlarında ünlü Alman bilim adamı Emil Lederer, ‘Paralel Devlet’ oluşumunu ‘Devlet’ in “dışsal rolü” olarak niteler. Lederer devleti oluşturan toplumun en yüksek ifadesi devletin ta kendisidir ve bu ifadenin de ‘adalet’ (Rechtsstaat) üzerine inşa edilmiş olduğunu söyler. Lederer ‘paralel devlet’i açıklarken ayrıca devletlerin uluslararası rollerinden dolayı da ‘güç’ (Machtsstaat) üzerine de inşa edildiğini söylemektedir. Açık deyimiyle her devletin içe bakan ve dışa bakan bir rolü vardır ve içe bakan, ‘adalet’ ve dışa bakan, ‘güç’ sarkacı dâhilinde devlet kendi kimliğini oluşturmaktadır.

Son yıllarda özellikle demokrasi uzmanlarının, ‘paralel devlet’ çalışmaları üzerine oldukça fazla kafayı yormaya başladıkları görülüyor. Bu uzmanların Emil Lederer’in ‘adalet’ ve ‘güç’ sarkacı yaklaşımını da yeni keşfetmeye başladıkları söylenebilir. Her ne kadar bu iki kavram birbirini tamamlasa da, uzmanlar demokratik bir ülkede bu iki kavramın yaygın kontrol alanlarının ince bir ayrımı olması gerektiğini söylerler. Konu savunma, dış ilişkiler ve ekonomi gibi hem içsel hem dışsal faktörleri ilgilendirdiğinde, ‘adaletin’ ve ‘güç’ ün muğlak bir kesişme noktası olduğu gerçeği karşımıza çıkar.

Dışsal faktörler göz önünde bulundurulduğunda, devletlerin etki alanları bir diğer devlete sadece güvenlik alanında değil ama aynı zamanda ekonomik olarak ta sirayet etmektedir. Bu durumda soğuk savaş sonrası kapitalist sistemin galip geldiği bir dünyada ve ilişkilerin bu kadar yakınlaştığı bir dünya düzeninde Habermas’ın dediği gibi kapitalist ülkeler kendi toplumlarında barışı sağlamak için ve vergi-harcama döngüsünün sağlığını korumak için demokrasilerini güçlendirmelidirler denilebilir.

Habermas’ın bu tanımlamasıyla iki sarkaç daha karşımıza çıkıyor; ekonominin gelişmişlik düzeyiyle demokrasi birbirine paralel iken, ekonomik aktörlerin yönetime talip olma iradesinin oluşturduğu otorite ile de faşizm birbirine atbaşı gidiyor denilebilir. Zira Mussolini faşizmi tanımlarken ülke içindeki ekonomik aktörleri de bu tanımlamanın dışında tutmamakta ve kendi ifadesiyle bir şirketokrasi tanımlaması yapmaktadır. Şirketokrasi kavramı 2004 yılında John Perkins adlı bir ekonomistin yazdığı ‘Bir Ekonomik Tetikçi’nin İtirafları’ kitabıyla yaygınlaşmaya başlasa da Mussolini’nin de tanımlamasına atıf yapmak Soğuk Savaş düzeninin İtalya örneğiyle daha da belirginleştirecektir. Mussolini: “Faşizmi şirketokrasi olarak adlandırmak çok daha uygun olurdu zira şirketokrasi devlet ile şirket güçlerinin birleşimidir” der.

İtalya İkinci Dünya Savaşı sonrasında Mussolini’den devraldığı ülkesini işte böyle bir ortamda buldu. Kapitalist kampın, komünist kampa yönelik bir laboratuarı ve bir üssü idi adeta İtalya. 1981 yılında Propaganda Due Mason locasının deşifre edilmesi ve locaya ait 950’i ismin ele geçirilmesinden sonra, Soğuk Savaş’ın üssü bir nevi deşifre olmuştu. Loca’nın başında bulunan Licio Gelli’nin bir numara olma görevi iyice netleşmeye başlamıştı. Licio Gelli’nin villasının basılarak ele geçirilen “Demokrasinin Yeniden Doğuş Planı” belgesine göre İtalya’da,“gerilim stratejisi” mahiyetinde bir yol takip ediliyor ve bu yolda amaç; sinik, korkutulmuş, tepkisiz bir “korku toplumu” oluşturulması olarak tanımlanıyordu. Bu amaç uğruna her türlü bilgi kirliliği provokatif eylem meşru görülüyordu. Stratejiye göre öncelikle medyanın ele geçirilmesi gerekiyordu. Yargı bağımsızlığının yok edilmesi, sendikaların etkisizleştirilmesi, ve hatta İtalya’da başkanlık sistemine geçiş planlanıyordu. Dava açıldı ama sonuç alınamadı. 950 kişilik listeden sadece üç kişi 12 yıl ev hapsi cezası aldı. Belirtmek gerekir ki Loca’nın “1816” numaralı üyesi Silvio Berlusconi Başbakan oldu.

Çağımızın en önemli düşünürlerinden biri olan ve Mussolini iktidara geldiğinde ülkeyi terk etmeyi reddederek cezaevine gönderilen Antonio Gramsci’nin düşünceleri ve onu takip edenlerin sistem algısı bir nevi yaratıcı yıkıma neden olan tasfiye sürecinde yaratıcı kısmı için ortamın hazırlanmasına yardımcı olduğu söylenebilir. Bir çok kapitalist ülke toplumsal barışı ve vergi-harcama döngüsünü korumak için, kendi düşük gelirli vatandaşlarını korumakta, bu vatandaşlar da devletimin refahı benim faydama diyerek bir teslimiyet içerisine girebilmektedirler. İşte bu ikilem hem devleti koruma güdüsü hem de devletten faydalanma güdüsü kaçınılmaz olarak kültürel ve ideolojik bir sınıfın oluşmasına neden olmaktadır. Gramsci bunu üst yapı olarak adlandırır. Gramsci devletin tarihsel olarak yapısının da, bir yandan üretici güçlere dayalı toplumsal yapının diğer yandan ideolojik ve siyasal bir üst yapıya özgül eklemlenme tarzıdır der. Diğer bir yaklaşımla, toplumun korunmaya olan ihtiyacı ve devletten faydalanma güdüsü, üst yapının doğal bir ideolojik hegemonyasına neden olmaktadır. Daha sonra oluşan elit sınıfın kendi kültürünü oluşturmasıyla, kendi kitle medyasını oluşturmakta ve kendi burjuva eğitim sistemine dahi sahip olmaktadır.

Sivil toplum ise, doğrudan doğruya ve yalnızca iktisadi düzeyi değil ama aynı zamanda bir toplumsal örgütlenme tarzının, devlet hariç, bütün mekanizmalarını içerir. Egemen sınıf ise toplumsal hegamonyasını bu mekanizmalar aracılığıyla sağlar. Buna göre sivil toplum aile, din, okul, partiler, medya bir bütün olarak ideoloji ve onu üreten aygıtlardır. Devlet ise egemenliğin zorlayıcı aygıtları olan, hükümet, güvenlik güçleri ve hapishanelerdir. Temel sınıf ise bu iki alandaki güçlerini birlikte kullanarak sürdürür. Gramsci bunları söylerken sivil toplum ile siyasal toplumun birbirine karıştırılmasının devleti putlaştıracağını iddia ederek devleti bir zorba gibi görmemek gerektiğini, devletin bir ikna edici yönünün de olduğunu kabul eder.

İtalya’nın üst yapısının kendi kodlarına uygun olarak şekillendiği, Mussolini’den tevarüs ettiği üst-yapı ve sivil tabanın keskin ayrımında İtalya’da başlayan Temiz Eller operasyonundan sonra oluşan boşluğun doldurulmasında belki de Gramsci’nin fikirleri ve onu takip edenlerin oluşturduğu sivil bilincin etkisi yadsınamaz. Son yıllarda Ergenekon Davası sürecinde Türkiye’de yaşananların İtalya’nın son 20-30 yılda yaşananlara benzemesi, Türkiye’nin de içinde bulunduğu durumu ortaya koyması bakımından bir anlam taşıdığı ortadadır.

Türkiye’nin bir Gramsci’si yok ama Türkiye’de milletin kendisi var. Bu durumda yapılması gereken eğer devlet yönetiminde bir boşluk oluşmuşsa veya oluşacaksa süreci toplumsal devinimin hakiki ve dinamik çevrimine bırakmak en doğru seçim olacaktır. Ülkede Hükümet etmesi gerekenler, Türkiye’nin bu dönüşüm sürecini milletin doğal sürecine havale etmekle esasında en doğru adımı da atmış olacaklardır.

Yusuf Ergen, 30 Mart 2010, Ekopolitik.org-Haber10