Ekopolitik Sentez Masası
Hindistan ve Bombay Saldırıları
5 Aralık 2008 Cuma
Hindistan ve Bombay Saldırıları
5 Aralık 2008 Cuma
Murat Sofuoğlu: Hindistan’ın Bombay (Mumbai) şehrinde meydana gelen patlamalar kritik bir zamanda gerçekleşti. Bir yanda ABD’de ilk defa Afrika-Amerikan kökenli Barack ‘Hüseyin’ Obama başkanlığa seçildi, diğer yanda İslam dünyasının çeşitli yerlerinde meydana gelen çatışmalar hareketlilik arz etmeye başladı. Bununla birlikte Barack Obama’nın başkanlık seçim sürecinde Pakistan ve Afganistan ile ilgili beyanatları da dikkatlerimizden kaçmıyordu. Bunlara ek olarak Pakistan ve Hindistan arasında nükleer silahlanma mücadelesi de değerlendirmeler arasında yerini alması gereken bir değişken olarak karşımıza çıkıyor. Bunlardan öte takip edebildiğimiz kadarıyla ABD istihbaratıyla Pakistan istihbarat örgütü ISI arasında cereyan eden gerilimleri de göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Pakistan’da Benazir Butto’nun suikasti, Pervez Müşerref sonrası hükümet değişikliğindeki geçiş döneminin pürüzlerinin boy gösterdiği bir dönemden bahsediyoruz.
İslam dünyasındaki gerilimlerden söz ederken, Hindistan’ın karşı kıyısında yer alan Somali’nin Aden Körfezi’nde yaşanan korsanlık faaliyetlerini de unutmamız lazım. Tüm bu gerilimlerin bir araya geldiği bir ortamda Bombay’da saldırılarla karşı karşıyayız. Tüm bunları anlamaya ihtiyacımız var. Bu bağlamda tüm bu çatışmaların ve saldırı eylemlerinin jeopolitik dengeler içerisinde nereye oturduğunun tespit edilmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Bugünkü sentez masası da bu gelişmeleri masaya yatıracak.
Yavuz Arslan Argun: Hindistan dünyada nüfus büyüklüğü olarak 2., toprak büyüklüğü itibariyle de 4. ülke. Çok uzun yıllar İngiliz sömürgesi olarak yaşadı; güneş batmayan imparatorluk denilen İngiltere dünyayı hem kendi adasından hem de Hindistan’dan idare etti. Hindistan dünyada İngilizlerin yönetim olarak idare ettikleri çok önemli bir ülkenin adı. Geçmişte İngiliz dışişleri ve Hindistan masası birlikte hareket edebilirse İngiliz politikası oluşurdu. Hindistan’daki İngiliz birimleri İngiltere devletinin politikalarının doğruluğunu test ederler. Bir siyasi, askeri veya ekonomik hareket ancak bu testin ardından İngiliz dışişleri tarafından gerçekleştirilirdi.
Murat Sofuoğlu: Yani İngiliz dış politikasının şekillenmesinde Hindistan çok önemli bir role sahip.
Yavuz Arslan Argun: Hindistan aynı zamanda Asya’nın yüksek platolarına, Afganistan’ın ve Pamir’in uzantısı olan Haydel geçidine varılan bir yer. Yani sıcak denizlerin yukarısındaki bölgelere büyük güçler ancak bu kanaldan inebilirler. Yani toprak olarak, coğrafya olarak ve jeopolitik olarak da Hindistan son derece önemli bir konuma sahiptir. Böyle ülkeler, dünya üzerindeki büyük güç merkezlerinin ilgisini çeker. Burayı tarihte Türkler idare etmiştir, Büyük Babür Türk devletini hatırlayalım. Daha sonraları İngiliz devleti güçlendikçe, sömürge nüfusunu arttırdıkça Hindistan üzerinde müessir olmuş ve bir yönetim kurmuş, Hindistan üzerinde yönetim kurunca, Hindistan’a inen tüm yolları ve platoları da kontrolü altına almış. Büyük Osmanlı Devleti de burada donanma ve ticaret gemileriyle yönetimlere dâhil olmak istemiş ancak pek müdahil olamamıştır. Şimdilerde ise dünyanın tek gücü konumunu sürdürmeye çalışan Amerika İngilizlerin uyguladığı politikaların devamı niteliğinde Hindistan üzerinde çalışıyor.
Diğer yandan günümüzde dünya ekonomi dengeleri içerisinde Çin ile Hindistan büyük bir yer teşkil ediyor. Buralar işaret edilmiş ülkelerdir. Nasıl işaret edilmiş ülkelerdir? İngilizlerin 1870’lerde yönetiminde bulunan başvekilleri Avrasya politikaları üzerinde ve özellikle Hindistan üzerinde ciddi niyetlerinin olduğunu belirtmişlerdir. Başvekil dünya hakimiyeti isteniyorsa Hindistan üzerinden Avrasya’ya ulaşmalıyız ve bunu deniz yoluyla başarmalıyız stratejisini ortaya koymuştur. Bu stratejiyi ortaya koyan ve de politika haline getiren Benjamin Disraeli’dir. Disraeli aynı zamanda Süveyş kanalının açılmasını planlayarak Hindistan’a ulaşılmasını sağlamıştır. Disraeli bu düşünceye varırken şunu söylüyor, “Burası benim atalarımın ülkeleri, buraları ele geçirebilirsek dünyayı ele geçirebiliriz.” Daha sonra bu stratejinin ünlü stratejist Brzezinski’nin Büyük Satranç Tahtası’na da geçtiğini biliyoruz..
Hindistan’da meydana gelen bu patlamayla ne hedefleniyor? Hindistan ne yaptı da böyle bir olayın içerisine sürükleniyor? Bu bir örtü hareketi midir? Hindistan’ın nükleer güç olması ne ifade ediyor? Bunları tartışmalıyız.
Yusuf Ergen: II. Dünya Savaşı’nda Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan nükleer bombaların ardından dünya da hızlı bir şekilde nükleer silahlanma yarışı başlıyor ve uluslararası genel kabul gören meşru zemin arayışları çerçevesinde ülkeler bir üst hukuki anlayış çizgileri içerisinde nükleer silahsızlanma ilkesini benimsemek durumunda kalıyorlar. Hindistan ilk kez 1948 yılında Atom Enerjisi Yasası’nı yürürlüğe koyuyor ve 1962’te güncellenen Atom Enerjisi Yasası’na göre Hindistan Sivil ve Askeri nükleer tesislerini ayırıyor. Şimdilerde ise Hindistan’ın 18 askeri ve 12’si sivil olmak üzere toplam 30 yerde nükleer tesisi bulunmaktadır. Bölgede nükleer dengelerin oldukça hassasiyet içerdiğini belirtmek gerekiyor. Örneğin geçmişe baktığımızda 1969 yılında Rusya-Çin sınırında Uygur bölgesi olarak ta bilinen Ussuri Nehri’nin kıyı boyunda bulunan bölgede yaşanan çatışmalarda Rusya’nın nükleer silah kullandığına dair CIA raporları aradan 25 yılı aşkın bir süre geçtiği için yayınlanmış durumda. Bunun yanı sıra Henry Kissinger’in o dönem bu konuya oldukça önem verdiğini de Kissinger’ın son dönemlerinde yazdığı yazıların satır aralarında 1969 yılındaki gelişmelere atıflarda bulunmasından da anlayabiliriz.
Ben 1969 yılında yaşanan ve çok iyi bilinmeyen Rusya-Çin çatışmasını önemsiyorum. Algıladığım kadarıyla o dönemde dediğim gibi yaşanan bu kriz uluslararası meşruiyet zemini arayışları neticesinde tekemmül eden sivil amaçlı nükleer enerji kullanımının sınırlarının belirlendiği bir dönüm noktası olmuş. Yine aynı dönemlere baktığımızda Hindistan’ın 1974 yılında aldığı bir karara göre Hindistan nükleer enerjisini tamamen devlet kontrolünde kullanacağını ifade ediyor.
Ancak yakın zamana baktığımızda Temmuz 2008 yılında Hindistan meclisinden bir nükleer yasa geçirdi. Başbakan Manmohan Singh Temmuz ayında Hint Parlamentosu’nda tatminkar bir farkla güven oyu kazanmıştı. Singh oldukça zor bir süreç yaşamıştı. Çünkü sivil nükleer yasasının mecliste görüşülmeye başlanmasından önce Başbakan Singh’e karşı muhalefet, üç parlamenterin çekimser kalmaları yönünde rüşvet aldıklarını ileri sürerek, başbakanın istifasını talep etmişti. Bunun karşılığında hükümet yönetimdeki koalisyonun ve ABD ile yapılan sivil nükleer antlaşmanın mevcut durumdaki varoşlunu sağlama alarak 256’ya karşı 275 oyla oylamayı kazanmıştı. Bu sürecin sonunda ABD’li ve İngiliz finans portallarında çıkan yatırım yönlendirme haberlerini de manidar bir şekilde takip edebilme imkânı bulmuştuk. Diğer olayın önemine atfen bir ayrıntıyı daha paylaşmak istiyorum. Bu yatırım fonlarına yön göstermenin bir ifadesi olarak Donald Trump’ın oğlunun bile Hindistan’da gayrimenkul için 1 milyar dolar ayırdığı haberleri medyada yer almıştı.
Bombay saldırılarının olduğu günlerde Rusya Devlet başkanı Medvedev’in de Latin Amerika ülkelerine yaptığı ziyaret ve Venezüella ile yaptığı nükleer antlaşma beni düşündürüyor. Zira geçtiğimiz günlerde çevirisini yaparak ekopolitik.org web sitemizde yayınladığımız bir rapordan da hatırlanacağı gibi Pakistan Gizli Servisi ISI ile Amerikan İstihbarat Teşkilatı CIA’in girift ilişkileri, Hindistan’daki patlamalar neticesinde Hindistan’ın tüm faturayı Pakistan’a ve gizli servisi ISI’ye kesmesi beni hayli düşündürüyor.
Diğer yandan Murat Sofuoğlu’nun sentez masasının açış konuşmasını yaparken Obama’nın seçilmesinin dünya politik dengelerine yönelik üzerinde durduğu nokta perspektifinden bir şeyler daha söylemek istiyorum. 11 Eylül saldırıları öncesinde Clinton döneminin üzerine gelen Bush ve Bush’un realist bakış açısının ağırlığının 11 Eylül sonrası kaybolduğunu görüyoruz. 1973’ten beri üstel bir şekilde güç kazanan ABD’nin neocon ekibinin soğuk savaş sonrası kendilerine birincil düşman (küresel terör) olarak seçtikleri İslam coğrafyasına yönelik operasyonlar 11 Eylül sonrası politik zeminde realize olmaya başladı. Ama öncesinde bunun temelleri sağlam bir şekilde kurgulanıyordu. Örneğin Project for New American Century’nin yürüttüğü Amerikan Ordularının Yeniden İnşası Projesi, Yonah Alexander’ın teorileri üzerine geliştirilen küresel terörün Amerikan Ulusal Güvenliği için oluşturacağı tehdit algısı, Frank Gaffney’in başını çektiği İslamafobi gibi teoriden pratiğe evrilen süreçlerde terör meselesi tartışılıyordu ancak 'nükleer terör' konusu pek gündemde tutulmuyordu.
Amerikan kamuoyunu hazırlamaya yönelik olarak bir nükleer terör olabilir ihtimaline atfen bazı raporlar, programlar, haberler, filmler Amerikan kamuoyuna sunuluyordu. Zira iç içe geçmiş psikolojik eylemlerde doğru bilgiye ulaşmak devletlerin büyüklüğüyle alakalı bir durumdur.
Nükleer terör deyince ne anlıyoruz? Nasıl ki 11 Eylül’de kaçırılan uçakların dünya ticaret merkezine çarpmasının ardından Richard Perle, Beyaz Saray’ın arka kapısından çıkarken dönemin CIA başkanı George Tenet’e bunun hesabını Irak ödeyecek diyebiliyorsa, çanta içinde nükleer bomba taşıyan bir teröristin de günün birinde İran’ı zor durumda bırakabileceği ihtimali de olabilir diye düşünüyorum. Dolayısıyla Bombay’daki terörist saldırılarının küçümsenmeyecek bir öneme sahip olduğu kanaatindeyim.
Yavuz Arslan Argun: Clinton döneminde ABD’nin ‘yumuşak güç’ kullanımının ne kadar etkin olduğu herkes tarafından malum. Hollywood filmlerinde nükleer terörizmle alakalı filmlerin dönemsel olarak nitelik ve niceliğinin artması son derece manidar. Bu konunun Hollywood tarafından kamuoyuna yönelik bir tarafının olduğunu yazan Amerikalı yazar Frederick Forsyth’dır. Frederick Forsyth nükleer terörün nazariyesini yazmıştır. Kendisi bu konuyu 1968 yılında Nükleer Silahsızlanma Anlaşması’na atfen Dördüncü Protokol isimli kitabında işlemiştir.
Amerika’nın oldukça gelişmiş bir yönetişim anlayışı var ve konuları tüm birimleriyle ve tüm öğeleriyle ele alabiliyorlar. Peki Hindistan ne yaptı da böyle bir saldırıya maruz kaldı? Pakistan aslında iki büyük devletti. Bangladeş ve Pakistan’ın arasında öyle bir Hindistan var ki, parçalanmaya müsait, bu parçalanmanın haritalarını İngiliz Lordları zamanında çizmişler. Lord Arthur Balfour isimli ünlü İngiliz Lordu çizmiş. Doğu Pakistan-Batı Pakistan olarak Hindistan parçalansın diye. Bu ülkelerde çok kan aktı ve Bangladeş ile Pakistan bilinçli olarak fakirleştirildi.
Murat Sofuoğlu: Bombay’daki patlamalara geri dönecek olursam; Yusuf’un söylediği bağlamda örneğin Sovyetler Birliği döneminde Küba ile Sovyetlerin arasında bir ilişki var. Soğuk Savaş sonrası Rusya Güney Amerika’dan büyük ölçüde kopmuştu ama şimdilerde bu ilişkiler tekrar temerküz etmeye başladığını görüyoruz. Venezüella’da Chavez’in yükselişi, Bolivya’da Amerikan karşıtlığının yükselişi vs. Ve hatta Medvedev Venezüella’da olduğu dönemlerde yine medyaya yansıyan raporlara bakıyoruz ki, Rus Deniz Kuvvetleri Komutanıyla, Venezüella Deniz Kuvvetleri Komutanı ortak tatbikat yapıyorlar. İlk kez bir Rus Donanma Filosu Venezüella’yı ziyaret ediyor. İşte böylesi bir siyasi hareketlilik içerisinde Bombay’da patlamalar meydana geliyor. Patlamaların olduğu otelin adı da Taç Mahal. Taç Mahal ismi de manidar bir sembol olma özelliği taşıyor. Yavuz Bey’in söylediği gibi Babür İmparatoru Babür Şah’ın yaptırdığı anıtın ismini taşıyan bir otelde patlamalar meydana geliyor.
İslami kimliğe sahip olan Babür Şah’ı bir kenarda tutarsak, patlamaları üstlenen grubun adı da ‘Deccan Mücahidin’. Deccan Mücahidin ismini Hindistan’ın orta kısımlarının güneyinde yer alan Deccan Platosu’ndan alıyor. Saldırıları bu grubun yapıp yapmadığı farklı bir tartışma konusu ama, Müslüman bir grubun bunu yapmış olmasının gündeme gelmesi, Hindistan’da 200 milyon Müslümanın yaşadığını da değerlendirmelerimiz arasına katmamızı gerektiriyor. Diğer yandan Deccan Mücahidin’den başka radikal Müslüman gruplarda bu saldırıları üstlenmişler. Benim takip edebildiğim kadarıyla (Dindar Askerler), diğer bir örgüt Cayş-ı Muhammed Örgütü… Bunların hepsi Pakistan destekli örgütler. Hatta Cayş-ı Muhammed örgütünün 2001 yılında Hint Parlamentosu’na yapılan saldırılarda da suçlandığı biliniyor.
Hindistan ve Pakistan arasındaki gerginliği de göz önüne alırsak böyle bir atak sonrası gözlerin doğrudan Pakistan’a çevrilmesi normal diye düşünüyorum. Pakistan’da durumu bildiği için hemen bir açıklama yapma ihtiyacı hissetti ve “Bizi hemen suçlamayın, bizim saldırılarla bir ilişkimiz yoktur” dedi. İlginçtir ki, Bombay’a saldırıları gerçekleştirenler deniz yoluyla Hindistan’a giriş yapmışlar. Washington Post’ta yer alan bir analize göre saldırılar oldukça profesyonel ve bu saldırıların Hindistan içerisinde bir grup tarafından yapılma ihtimalinin zayıf olduğu ve ancak saldırıyı yapanların uluslararası bağlantılarının olacağı yönündeydi. Dolayısıyla olayın karakterinin Hindistan ile sınırlı olmadığı kesin.
Bir başka ilginç gelişme de, İngiltere Dışişleri Bakanı David Milliband’ın açıklamaları. Milliband, “Terörizm sadece batıya karşı yapılan bir savaş değil” dedi. Yani Milliband, bakın Hindistan’ı da terör vuruyor diyor. Sadece New York’u, Madrid’i, Londra’yı, İstanbul’u değil, radikal İslamcılar Hindistan’ı da vuruyor, diyor. Sadece “Batı Dünyası” tehdit altında değil bakın Hindistan’da böyle bir tehdit altında mesajı veriliyor. Bu bana göre İslam dünyasının Hindistan’a ulaşan coğrafyasında bir sınırlama opsiyonunu da güçlendiriyor. Dolayısıyla İslam dünyasına Hindistan’dan da gelebilecek bir baskı ihtimalini de göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Yavuz Arslan Argun: Sri Lanka’da bulunan Tamil Gerillalarının bazı yabancı istihbaratlardan eğitim aldıklarına dair bilgilerin olduğunu burada söylemek isterim. Dünya bunu kabul etmiş durumdadır ve o bölge de en faal yapılanma Tamil Gerillaları’dır. Bölgede ki bu tür marjinal eylemler Tamil Gerillaları’ndan da neşet edebilir.
Murat Sofuoğlu: Benim bir sorum olacak. New York’ta, Londra’da, İstanbul’da, Madrid’te meydana gelen terör saldırılarından bahsettik. Kamuoyu tarafından birincil olarak algılanan bu tür saldırıların terör eylemi olduğu ve marjinal grupların aşırılılıkları olarak nitelenmesi; ancak benim ikincil olarak aklıma gelen ve sormak istediğim boyutu, istihbaratlar arasındaki mücadeleler. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Yavuz Arslan Argun: Deccan Mücahidin gibi terör eylemi yapan yapılanmalar belli merkezlerde yetiştiriliyor. Mesela El Kaide’nin başındaki adamın zamanında CIA tarafından yetiştirildiğini artık herkes biliyor. Ladin’in Rusya-Afganistan mücadelesinde CIA’in Ladin’i desteklediği de biliniyor. Tabi Ladin daha sonraları kontrolden çıkan bir yapıya bürünüyor. Huntington’ın, Medeniyetler Çatışması teorisini hayata geçirmek isteyen güçler olduğu ortada; İslam dünyasıyla savaş düşüncesi dünya politik dolaşımında. Ladin bombalanıyor, peşine ordular takılıyor, türlü kumpaslara düşürülüyor ama bir türlü yakalanamıyor.
Hindistan, Müslüman ve Hindu grupların zaman zaman gerginlik yaşadığı bir yer. Ama bugün Cumhurbaşkanı’nı Müslümanlar arasından çıkarabilen, ekonomik gücünü dengeye oturtmuş, güzel bir yönetimle huzur sağlamış bir ülke ve şu anda dünyada güç dengelerinden birini temsil ediyor. Hindistan büyük sermaye hareketlerinin de havuzu olma potansiyelinden dolayı da güçlü konumda.
Amerika, Pakistan’daki nükleer gücü Pakistan’ın elinden almak istiyor. Pakistan İslam ülkeleri arasında nükleer gücü olan ender ülkelerden. Şimdilerde işte İran nükleer güç elde etmeye çalışıyor. Pakistan yönetimi ise daha yolun başında, Zülfikar Ali Butto’nun damadı Zerdari biraz yönetimde acemilikler yaşıyor. Zaten Zerdari’de değişik suçlar dolayısıyla Pakistan’dan sınır dışı edilmiş; sonra tekrar geri döndü.
İslamabad şu anda kaynayan bir kazan. Şu anda Pakistan için en tehlikeli konuda Pakistan İstihbarat Teşkilatı’nın çökmüş olması. Bir ülkede istihbarat teşkilatı çökmüş ise, o ülke parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya demektir. Yani eğer Pakistan’la ilgili bir operasyon yapılacaksa tam da bu anda yapılması gerekirdi diye düşünenlerin çıkabileceği bir durumda Pakistan.
A.Tarık Çelenk: ABD’de yayınlanan 2025 İstihbarat Görünümü Raporu’nda Çin ve Hindistan’a çok önem veriliyor ve bu ikilinin ittifakı senaryosu geniş yer alıyor. Çin ve Hindistan’ın insan sermayesi olarak da oldukça güçlü bir pozisyonda oldukları göz önünde bulundurulursa ve tarihsel kodlarını aşarak eğer bir ittifak oluşturabilirlerse batı dünyasına karşı büyük bir aks oluşturabilirler. Bu ittifaka Rusya’yı da eklerseniz, sarmalın boyutları biraz daha büyümüş olur. Hatta daha ileri gideyim, batı dünyası böyle bir ittifaka engel olabilmek için Hindistan’ı bile parçalamayı göze alabilir.
Yavuz Arslan Argun: Çin-Hindistan-Rusya ve bölgenin diğer etkin ve aktif ülkelerini de bu ittifaka ilave edecek olursanız batı dünyası için çok büyük bir kırılma noktası olabilir tabi. Ancak Hindistan’ın parçalanması oldukça güç bir durum. Hindistan’ın 200 milyon Müslüman nüfusunun hepsi bir yerde toplanmış değil. Değişik gruplar Hindistan’ın geneline dağılmış durumda.
Murat Sofuoğlu: Bombay saldırılarında bir Yahudi merkezinin vurulması da oldukça manidar. Çünkü ABD’de Yahudi lobisi bu olaya binaen yeni seçilen başkan Obama üzerinde İsrail politikaları konusunda baskısını artırabilir.
A Tarık Çelenk: Ancak şunu da unutmamak gerekir. Obama seçim kampanyası sürecinde bile Irak’tan çekilecek misiniz sorularına, “Benim ilk hedefim Pakistan” yönünde cevaplar vermişti. Diğer yandan dünyada yaşanan bir ekonomik kriz var. Bu kriz şimdiye kadar yaşananlardan çok farklı ve büyük politik değişimlerin olacağının öncü sinyallerini içeriyor. Örneğin 1929 Krizi’nden sonra nasıl ki ulus-devlet yapıları güç kazandı. Ya da Altı Gün Savaşları’ndan birkaç yıl sonra Petrol krizi patlak verdi. Şimdiki ekonomik krizde Asya’da, Avrasya’da ve Yakın-Uzak Doğu’da bir takım politik dengelere yansıyabilir diye düşünüyorum.
Yavuz Arslan Argun: Evet oldukça önemli bir noktaya değindiniz. 1929 Krizi’nin politik yansımaları önemli bir konu. Mesela o dönemde Almanya’da yönetim değişti ve Hitler gibi birinin çıkmasına neden oldu. Biliyoruz ki, Hitler ile Stalin arasında bir anlaşma vardı; Avrasya ve kapısı Afganistan… İsterseniz sentez masasını sizinde üzerinde durduğunuz noktaya işaret ettiğinden Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” kitabının önsözünü buraya alıntılayarak bitirelim…
“Avrasya yaklaşık olarak 500 yüzyıl önce, kıtaların siyasi olarak etkileşimde bulunmaya başlamasıyla birlikte, dünya iktidarının merkezi olmuştur. Avrasya’da yaşayam insanlar, farklı biçimlerde, farklı zamanlarda- her ne kadar bu çoğunlukla Batuı Avrupa bölgesinden de olsa- dünyanın diğer bölgelerine nüfuz etmiş egemen olmuş, bu süreçte bu özel konuma erişen Avrasya devletlerinden her biri, dünyanın beşiktarı olma ayrıcalığının keyfini sürmüştür.
20.yüzyılın son on yılı, dünya meselelerinde tektonik bir değişime şahit oldu. Tarihte ilk kez, Avrupalı olmayan bir güç Avrupa ilişkilerinin başhakemi olmakla kalmadı, aynı zamanda dünyanın en büyük gücü olarak belirdi. Sovyetler Birliği’nin başarısızlığı ve çöküşü, Batı Yarıküre’denbir gücün, Amerika Birleşik Devletleri’nin, tek başına ve aslında gerçek anlamıyla ilk küresel güç olarak hızlı yükselişinin son hamlesiydi.
Ancak, Avrasya jeo-politik önemini yitirmemiştir. Avrasya’nın batı bölgesi Avrupa, halen dünya siyasetinin ve ekonomik gücün pek çok yönden merkezi olmaya devam ederken, doğu bölgesi Asya da yakın zamanlarda ekonomik büyümenin ve yükselen siyasi nüfuzun önemli bir merkezi olmuştur. Bundan dolayı, bütün dünya ile uğraşan Amerika’nın karmaşık Avrasya iktidar ilişkileriyle nasıl baş ettiği sorusu ve özellikle baskın ve rakip bir Avrasya iktidarının ortaya çıkışını engelleyip engelleyemeyeceği noktası Amerika’nın küresel üstünlüğünü kullanma kapasitesine bağlı kalmaktadır.
Bunun sonucu olarak, iktidarın çeşitli yeni boyutlarını- ticaret ve finansa ilaveten, teknoloji, iletişim ve enformasyon-geliştirmenin yanı sıraAmerikan dış politikası jeo-politik merkezli olmayı sürdürmeli ve Avrasya’daki nüfuzunu Amerika’nın siyasi hakem olduğu kalıcı kıtasal dengeyi yaratmak için kullanmalıdır.
Bu nedenle Avrasya, küresel üstünlük mücadelesinin oynandığı satranç tahtasıdır ve mücadele jeostratejiyi, yani jeopolitik çıkarların stratejik idaresini de içerir. 1940’lı yıllar kadar yakın zamanlarda Adolf Hitler ve Joseph Stalin (o yılın kasım ayındaki gizli görüşmelerde), Amerika’nın Avrasya’dan dışlanması gerektiği konusunda açıkça anlaştılar. Her ikisi de Avrasya’yı kontrol edenin dünyayı kontrol edeceğine inanıyordu…….” 1
1 BRZEZİNSKİ, Zbigniev, (1997) : Büyük Satranç Tahtası: Amerikanın Önceliği ve Bunun Jeostratejik Gerekleri, İnkılâp Kitapları, İstanbul, Çeviren: Yelda Türedi…
İslam dünyasındaki gerilimlerden söz ederken, Hindistan’ın karşı kıyısında yer alan Somali’nin Aden Körfezi’nde yaşanan korsanlık faaliyetlerini de unutmamız lazım. Tüm bu gerilimlerin bir araya geldiği bir ortamda Bombay’da saldırılarla karşı karşıyayız. Tüm bunları anlamaya ihtiyacımız var. Bu bağlamda tüm bu çatışmaların ve saldırı eylemlerinin jeopolitik dengeler içerisinde nereye oturduğunun tespit edilmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Bugünkü sentez masası da bu gelişmeleri masaya yatıracak.
Yavuz Arslan Argun: Hindistan dünyada nüfus büyüklüğü olarak 2., toprak büyüklüğü itibariyle de 4. ülke. Çok uzun yıllar İngiliz sömürgesi olarak yaşadı; güneş batmayan imparatorluk denilen İngiltere dünyayı hem kendi adasından hem de Hindistan’dan idare etti. Hindistan dünyada İngilizlerin yönetim olarak idare ettikleri çok önemli bir ülkenin adı. Geçmişte İngiliz dışişleri ve Hindistan masası birlikte hareket edebilirse İngiliz politikası oluşurdu. Hindistan’daki İngiliz birimleri İngiltere devletinin politikalarının doğruluğunu test ederler. Bir siyasi, askeri veya ekonomik hareket ancak bu testin ardından İngiliz dışişleri tarafından gerçekleştirilirdi.
Murat Sofuoğlu: Yani İngiliz dış politikasının şekillenmesinde Hindistan çok önemli bir role sahip.
Yavuz Arslan Argun: Hindistan aynı zamanda Asya’nın yüksek platolarına, Afganistan’ın ve Pamir’in uzantısı olan Haydel geçidine varılan bir yer. Yani sıcak denizlerin yukarısındaki bölgelere büyük güçler ancak bu kanaldan inebilirler. Yani toprak olarak, coğrafya olarak ve jeopolitik olarak da Hindistan son derece önemli bir konuma sahiptir. Böyle ülkeler, dünya üzerindeki büyük güç merkezlerinin ilgisini çeker. Burayı tarihte Türkler idare etmiştir, Büyük Babür Türk devletini hatırlayalım. Daha sonraları İngiliz devleti güçlendikçe, sömürge nüfusunu arttırdıkça Hindistan üzerinde müessir olmuş ve bir yönetim kurmuş, Hindistan üzerinde yönetim kurunca, Hindistan’a inen tüm yolları ve platoları da kontrolü altına almış. Büyük Osmanlı Devleti de burada donanma ve ticaret gemileriyle yönetimlere dâhil olmak istemiş ancak pek müdahil olamamıştır. Şimdilerde ise dünyanın tek gücü konumunu sürdürmeye çalışan Amerika İngilizlerin uyguladığı politikaların devamı niteliğinde Hindistan üzerinde çalışıyor.
Diğer yandan günümüzde dünya ekonomi dengeleri içerisinde Çin ile Hindistan büyük bir yer teşkil ediyor. Buralar işaret edilmiş ülkelerdir. Nasıl işaret edilmiş ülkelerdir? İngilizlerin 1870’lerde yönetiminde bulunan başvekilleri Avrasya politikaları üzerinde ve özellikle Hindistan üzerinde ciddi niyetlerinin olduğunu belirtmişlerdir. Başvekil dünya hakimiyeti isteniyorsa Hindistan üzerinden Avrasya’ya ulaşmalıyız ve bunu deniz yoluyla başarmalıyız stratejisini ortaya koymuştur. Bu stratejiyi ortaya koyan ve de politika haline getiren Benjamin Disraeli’dir. Disraeli aynı zamanda Süveyş kanalının açılmasını planlayarak Hindistan’a ulaşılmasını sağlamıştır. Disraeli bu düşünceye varırken şunu söylüyor, “Burası benim atalarımın ülkeleri, buraları ele geçirebilirsek dünyayı ele geçirebiliriz.” Daha sonra bu stratejinin ünlü stratejist Brzezinski’nin Büyük Satranç Tahtası’na da geçtiğini biliyoruz..
Hindistan’da meydana gelen bu patlamayla ne hedefleniyor? Hindistan ne yaptı da böyle bir olayın içerisine sürükleniyor? Bu bir örtü hareketi midir? Hindistan’ın nükleer güç olması ne ifade ediyor? Bunları tartışmalıyız.
Yusuf Ergen: II. Dünya Savaşı’nda Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan nükleer bombaların ardından dünya da hızlı bir şekilde nükleer silahlanma yarışı başlıyor ve uluslararası genel kabul gören meşru zemin arayışları çerçevesinde ülkeler bir üst hukuki anlayış çizgileri içerisinde nükleer silahsızlanma ilkesini benimsemek durumunda kalıyorlar. Hindistan ilk kez 1948 yılında Atom Enerjisi Yasası’nı yürürlüğe koyuyor ve 1962’te güncellenen Atom Enerjisi Yasası’na göre Hindistan Sivil ve Askeri nükleer tesislerini ayırıyor. Şimdilerde ise Hindistan’ın 18 askeri ve 12’si sivil olmak üzere toplam 30 yerde nükleer tesisi bulunmaktadır. Bölgede nükleer dengelerin oldukça hassasiyet içerdiğini belirtmek gerekiyor. Örneğin geçmişe baktığımızda 1969 yılında Rusya-Çin sınırında Uygur bölgesi olarak ta bilinen Ussuri Nehri’nin kıyı boyunda bulunan bölgede yaşanan çatışmalarda Rusya’nın nükleer silah kullandığına dair CIA raporları aradan 25 yılı aşkın bir süre geçtiği için yayınlanmış durumda. Bunun yanı sıra Henry Kissinger’in o dönem bu konuya oldukça önem verdiğini de Kissinger’ın son dönemlerinde yazdığı yazıların satır aralarında 1969 yılındaki gelişmelere atıflarda bulunmasından da anlayabiliriz.
Ben 1969 yılında yaşanan ve çok iyi bilinmeyen Rusya-Çin çatışmasını önemsiyorum. Algıladığım kadarıyla o dönemde dediğim gibi yaşanan bu kriz uluslararası meşruiyet zemini arayışları neticesinde tekemmül eden sivil amaçlı nükleer enerji kullanımının sınırlarının belirlendiği bir dönüm noktası olmuş. Yine aynı dönemlere baktığımızda Hindistan’ın 1974 yılında aldığı bir karara göre Hindistan nükleer enerjisini tamamen devlet kontrolünde kullanacağını ifade ediyor.
Ancak yakın zamana baktığımızda Temmuz 2008 yılında Hindistan meclisinden bir nükleer yasa geçirdi. Başbakan Manmohan Singh Temmuz ayında Hint Parlamentosu’nda tatminkar bir farkla güven oyu kazanmıştı. Singh oldukça zor bir süreç yaşamıştı. Çünkü sivil nükleer yasasının mecliste görüşülmeye başlanmasından önce Başbakan Singh’e karşı muhalefet, üç parlamenterin çekimser kalmaları yönünde rüşvet aldıklarını ileri sürerek, başbakanın istifasını talep etmişti. Bunun karşılığında hükümet yönetimdeki koalisyonun ve ABD ile yapılan sivil nükleer antlaşmanın mevcut durumdaki varoşlunu sağlama alarak 256’ya karşı 275 oyla oylamayı kazanmıştı. Bu sürecin sonunda ABD’li ve İngiliz finans portallarında çıkan yatırım yönlendirme haberlerini de manidar bir şekilde takip edebilme imkânı bulmuştuk. Diğer olayın önemine atfen bir ayrıntıyı daha paylaşmak istiyorum. Bu yatırım fonlarına yön göstermenin bir ifadesi olarak Donald Trump’ın oğlunun bile Hindistan’da gayrimenkul için 1 milyar dolar ayırdığı haberleri medyada yer almıştı.
Bombay saldırılarının olduğu günlerde Rusya Devlet başkanı Medvedev’in de Latin Amerika ülkelerine yaptığı ziyaret ve Venezüella ile yaptığı nükleer antlaşma beni düşündürüyor. Zira geçtiğimiz günlerde çevirisini yaparak ekopolitik.org web sitemizde yayınladığımız bir rapordan da hatırlanacağı gibi Pakistan Gizli Servisi ISI ile Amerikan İstihbarat Teşkilatı CIA’in girift ilişkileri, Hindistan’daki patlamalar neticesinde Hindistan’ın tüm faturayı Pakistan’a ve gizli servisi ISI’ye kesmesi beni hayli düşündürüyor.
Diğer yandan Murat Sofuoğlu’nun sentez masasının açış konuşmasını yaparken Obama’nın seçilmesinin dünya politik dengelerine yönelik üzerinde durduğu nokta perspektifinden bir şeyler daha söylemek istiyorum. 11 Eylül saldırıları öncesinde Clinton döneminin üzerine gelen Bush ve Bush’un realist bakış açısının ağırlığının 11 Eylül sonrası kaybolduğunu görüyoruz. 1973’ten beri üstel bir şekilde güç kazanan ABD’nin neocon ekibinin soğuk savaş sonrası kendilerine birincil düşman (küresel terör) olarak seçtikleri İslam coğrafyasına yönelik operasyonlar 11 Eylül sonrası politik zeminde realize olmaya başladı. Ama öncesinde bunun temelleri sağlam bir şekilde kurgulanıyordu. Örneğin Project for New American Century’nin yürüttüğü Amerikan Ordularının Yeniden İnşası Projesi, Yonah Alexander’ın teorileri üzerine geliştirilen küresel terörün Amerikan Ulusal Güvenliği için oluşturacağı tehdit algısı, Frank Gaffney’in başını çektiği İslamafobi gibi teoriden pratiğe evrilen süreçlerde terör meselesi tartışılıyordu ancak 'nükleer terör' konusu pek gündemde tutulmuyordu.
Amerikan kamuoyunu hazırlamaya yönelik olarak bir nükleer terör olabilir ihtimaline atfen bazı raporlar, programlar, haberler, filmler Amerikan kamuoyuna sunuluyordu. Zira iç içe geçmiş psikolojik eylemlerde doğru bilgiye ulaşmak devletlerin büyüklüğüyle alakalı bir durumdur.
Nükleer terör deyince ne anlıyoruz? Nasıl ki 11 Eylül’de kaçırılan uçakların dünya ticaret merkezine çarpmasının ardından Richard Perle, Beyaz Saray’ın arka kapısından çıkarken dönemin CIA başkanı George Tenet’e bunun hesabını Irak ödeyecek diyebiliyorsa, çanta içinde nükleer bomba taşıyan bir teröristin de günün birinde İran’ı zor durumda bırakabileceği ihtimali de olabilir diye düşünüyorum. Dolayısıyla Bombay’daki terörist saldırılarının küçümsenmeyecek bir öneme sahip olduğu kanaatindeyim.
Yavuz Arslan Argun: Clinton döneminde ABD’nin ‘yumuşak güç’ kullanımının ne kadar etkin olduğu herkes tarafından malum. Hollywood filmlerinde nükleer terörizmle alakalı filmlerin dönemsel olarak nitelik ve niceliğinin artması son derece manidar. Bu konunun Hollywood tarafından kamuoyuna yönelik bir tarafının olduğunu yazan Amerikalı yazar Frederick Forsyth’dır. Frederick Forsyth nükleer terörün nazariyesini yazmıştır. Kendisi bu konuyu 1968 yılında Nükleer Silahsızlanma Anlaşması’na atfen Dördüncü Protokol isimli kitabında işlemiştir.
Amerika’nın oldukça gelişmiş bir yönetişim anlayışı var ve konuları tüm birimleriyle ve tüm öğeleriyle ele alabiliyorlar. Peki Hindistan ne yaptı da böyle bir saldırıya maruz kaldı? Pakistan aslında iki büyük devletti. Bangladeş ve Pakistan’ın arasında öyle bir Hindistan var ki, parçalanmaya müsait, bu parçalanmanın haritalarını İngiliz Lordları zamanında çizmişler. Lord Arthur Balfour isimli ünlü İngiliz Lordu çizmiş. Doğu Pakistan-Batı Pakistan olarak Hindistan parçalansın diye. Bu ülkelerde çok kan aktı ve Bangladeş ile Pakistan bilinçli olarak fakirleştirildi.
Murat Sofuoğlu: Bombay’daki patlamalara geri dönecek olursam; Yusuf’un söylediği bağlamda örneğin Sovyetler Birliği döneminde Küba ile Sovyetlerin arasında bir ilişki var. Soğuk Savaş sonrası Rusya Güney Amerika’dan büyük ölçüde kopmuştu ama şimdilerde bu ilişkiler tekrar temerküz etmeye başladığını görüyoruz. Venezüella’da Chavez’in yükselişi, Bolivya’da Amerikan karşıtlığının yükselişi vs. Ve hatta Medvedev Venezüella’da olduğu dönemlerde yine medyaya yansıyan raporlara bakıyoruz ki, Rus Deniz Kuvvetleri Komutanıyla, Venezüella Deniz Kuvvetleri Komutanı ortak tatbikat yapıyorlar. İlk kez bir Rus Donanma Filosu Venezüella’yı ziyaret ediyor. İşte böylesi bir siyasi hareketlilik içerisinde Bombay’da patlamalar meydana geliyor. Patlamaların olduğu otelin adı da Taç Mahal. Taç Mahal ismi de manidar bir sembol olma özelliği taşıyor. Yavuz Bey’in söylediği gibi Babür İmparatoru Babür Şah’ın yaptırdığı anıtın ismini taşıyan bir otelde patlamalar meydana geliyor.
İslami kimliğe sahip olan Babür Şah’ı bir kenarda tutarsak, patlamaları üstlenen grubun adı da ‘Deccan Mücahidin’. Deccan Mücahidin ismini Hindistan’ın orta kısımlarının güneyinde yer alan Deccan Platosu’ndan alıyor. Saldırıları bu grubun yapıp yapmadığı farklı bir tartışma konusu ama, Müslüman bir grubun bunu yapmış olmasının gündeme gelmesi, Hindistan’da 200 milyon Müslümanın yaşadığını da değerlendirmelerimiz arasına katmamızı gerektiriyor. Diğer yandan Deccan Mücahidin’den başka radikal Müslüman gruplarda bu saldırıları üstlenmişler. Benim takip edebildiğim kadarıyla (Dindar Askerler), diğer bir örgüt Cayş-ı Muhammed Örgütü… Bunların hepsi Pakistan destekli örgütler. Hatta Cayş-ı Muhammed örgütünün 2001 yılında Hint Parlamentosu’na yapılan saldırılarda da suçlandığı biliniyor.
Hindistan ve Pakistan arasındaki gerginliği de göz önüne alırsak böyle bir atak sonrası gözlerin doğrudan Pakistan’a çevrilmesi normal diye düşünüyorum. Pakistan’da durumu bildiği için hemen bir açıklama yapma ihtiyacı hissetti ve “Bizi hemen suçlamayın, bizim saldırılarla bir ilişkimiz yoktur” dedi. İlginçtir ki, Bombay’a saldırıları gerçekleştirenler deniz yoluyla Hindistan’a giriş yapmışlar. Washington Post’ta yer alan bir analize göre saldırılar oldukça profesyonel ve bu saldırıların Hindistan içerisinde bir grup tarafından yapılma ihtimalinin zayıf olduğu ve ancak saldırıyı yapanların uluslararası bağlantılarının olacağı yönündeydi. Dolayısıyla olayın karakterinin Hindistan ile sınırlı olmadığı kesin.
Bir başka ilginç gelişme de, İngiltere Dışişleri Bakanı David Milliband’ın açıklamaları. Milliband, “Terörizm sadece batıya karşı yapılan bir savaş değil” dedi. Yani Milliband, bakın Hindistan’ı da terör vuruyor diyor. Sadece New York’u, Madrid’i, Londra’yı, İstanbul’u değil, radikal İslamcılar Hindistan’ı da vuruyor, diyor. Sadece “Batı Dünyası” tehdit altında değil bakın Hindistan’da böyle bir tehdit altında mesajı veriliyor. Bu bana göre İslam dünyasının Hindistan’a ulaşan coğrafyasında bir sınırlama opsiyonunu da güçlendiriyor. Dolayısıyla İslam dünyasına Hindistan’dan da gelebilecek bir baskı ihtimalini de göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Yavuz Arslan Argun: Sri Lanka’da bulunan Tamil Gerillalarının bazı yabancı istihbaratlardan eğitim aldıklarına dair bilgilerin olduğunu burada söylemek isterim. Dünya bunu kabul etmiş durumdadır ve o bölge de en faal yapılanma Tamil Gerillaları’dır. Bölgede ki bu tür marjinal eylemler Tamil Gerillaları’ndan da neşet edebilir.
Murat Sofuoğlu: Benim bir sorum olacak. New York’ta, Londra’da, İstanbul’da, Madrid’te meydana gelen terör saldırılarından bahsettik. Kamuoyu tarafından birincil olarak algılanan bu tür saldırıların terör eylemi olduğu ve marjinal grupların aşırılılıkları olarak nitelenmesi; ancak benim ikincil olarak aklıma gelen ve sormak istediğim boyutu, istihbaratlar arasındaki mücadeleler. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Yavuz Arslan Argun: Deccan Mücahidin gibi terör eylemi yapan yapılanmalar belli merkezlerde yetiştiriliyor. Mesela El Kaide’nin başındaki adamın zamanında CIA tarafından yetiştirildiğini artık herkes biliyor. Ladin’in Rusya-Afganistan mücadelesinde CIA’in Ladin’i desteklediği de biliniyor. Tabi Ladin daha sonraları kontrolden çıkan bir yapıya bürünüyor. Huntington’ın, Medeniyetler Çatışması teorisini hayata geçirmek isteyen güçler olduğu ortada; İslam dünyasıyla savaş düşüncesi dünya politik dolaşımında. Ladin bombalanıyor, peşine ordular takılıyor, türlü kumpaslara düşürülüyor ama bir türlü yakalanamıyor.
Hindistan, Müslüman ve Hindu grupların zaman zaman gerginlik yaşadığı bir yer. Ama bugün Cumhurbaşkanı’nı Müslümanlar arasından çıkarabilen, ekonomik gücünü dengeye oturtmuş, güzel bir yönetimle huzur sağlamış bir ülke ve şu anda dünyada güç dengelerinden birini temsil ediyor. Hindistan büyük sermaye hareketlerinin de havuzu olma potansiyelinden dolayı da güçlü konumda.
Amerika, Pakistan’daki nükleer gücü Pakistan’ın elinden almak istiyor. Pakistan İslam ülkeleri arasında nükleer gücü olan ender ülkelerden. Şimdilerde işte İran nükleer güç elde etmeye çalışıyor. Pakistan yönetimi ise daha yolun başında, Zülfikar Ali Butto’nun damadı Zerdari biraz yönetimde acemilikler yaşıyor. Zaten Zerdari’de değişik suçlar dolayısıyla Pakistan’dan sınır dışı edilmiş; sonra tekrar geri döndü.
İslamabad şu anda kaynayan bir kazan. Şu anda Pakistan için en tehlikeli konuda Pakistan İstihbarat Teşkilatı’nın çökmüş olması. Bir ülkede istihbarat teşkilatı çökmüş ise, o ülke parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya demektir. Yani eğer Pakistan’la ilgili bir operasyon yapılacaksa tam da bu anda yapılması gerekirdi diye düşünenlerin çıkabileceği bir durumda Pakistan.
A.Tarık Çelenk: ABD’de yayınlanan 2025 İstihbarat Görünümü Raporu’nda Çin ve Hindistan’a çok önem veriliyor ve bu ikilinin ittifakı senaryosu geniş yer alıyor. Çin ve Hindistan’ın insan sermayesi olarak da oldukça güçlü bir pozisyonda oldukları göz önünde bulundurulursa ve tarihsel kodlarını aşarak eğer bir ittifak oluşturabilirlerse batı dünyasına karşı büyük bir aks oluşturabilirler. Bu ittifaka Rusya’yı da eklerseniz, sarmalın boyutları biraz daha büyümüş olur. Hatta daha ileri gideyim, batı dünyası böyle bir ittifaka engel olabilmek için Hindistan’ı bile parçalamayı göze alabilir.
Yavuz Arslan Argun: Çin-Hindistan-Rusya ve bölgenin diğer etkin ve aktif ülkelerini de bu ittifaka ilave edecek olursanız batı dünyası için çok büyük bir kırılma noktası olabilir tabi. Ancak Hindistan’ın parçalanması oldukça güç bir durum. Hindistan’ın 200 milyon Müslüman nüfusunun hepsi bir yerde toplanmış değil. Değişik gruplar Hindistan’ın geneline dağılmış durumda.
Murat Sofuoğlu: Bombay saldırılarında bir Yahudi merkezinin vurulması da oldukça manidar. Çünkü ABD’de Yahudi lobisi bu olaya binaen yeni seçilen başkan Obama üzerinde İsrail politikaları konusunda baskısını artırabilir.
A Tarık Çelenk: Ancak şunu da unutmamak gerekir. Obama seçim kampanyası sürecinde bile Irak’tan çekilecek misiniz sorularına, “Benim ilk hedefim Pakistan” yönünde cevaplar vermişti. Diğer yandan dünyada yaşanan bir ekonomik kriz var. Bu kriz şimdiye kadar yaşananlardan çok farklı ve büyük politik değişimlerin olacağının öncü sinyallerini içeriyor. Örneğin 1929 Krizi’nden sonra nasıl ki ulus-devlet yapıları güç kazandı. Ya da Altı Gün Savaşları’ndan birkaç yıl sonra Petrol krizi patlak verdi. Şimdiki ekonomik krizde Asya’da, Avrasya’da ve Yakın-Uzak Doğu’da bir takım politik dengelere yansıyabilir diye düşünüyorum.
Yavuz Arslan Argun: Evet oldukça önemli bir noktaya değindiniz. 1929 Krizi’nin politik yansımaları önemli bir konu. Mesela o dönemde Almanya’da yönetim değişti ve Hitler gibi birinin çıkmasına neden oldu. Biliyoruz ki, Hitler ile Stalin arasında bir anlaşma vardı; Avrasya ve kapısı Afganistan… İsterseniz sentez masasını sizinde üzerinde durduğunuz noktaya işaret ettiğinden Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” kitabının önsözünü buraya alıntılayarak bitirelim…
“Avrasya yaklaşık olarak 500 yüzyıl önce, kıtaların siyasi olarak etkileşimde bulunmaya başlamasıyla birlikte, dünya iktidarının merkezi olmuştur. Avrasya’da yaşayam insanlar, farklı biçimlerde, farklı zamanlarda- her ne kadar bu çoğunlukla Batuı Avrupa bölgesinden de olsa- dünyanın diğer bölgelerine nüfuz etmiş egemen olmuş, bu süreçte bu özel konuma erişen Avrasya devletlerinden her biri, dünyanın beşiktarı olma ayrıcalığının keyfini sürmüştür.
20.yüzyılın son on yılı, dünya meselelerinde tektonik bir değişime şahit oldu. Tarihte ilk kez, Avrupalı olmayan bir güç Avrupa ilişkilerinin başhakemi olmakla kalmadı, aynı zamanda dünyanın en büyük gücü olarak belirdi. Sovyetler Birliği’nin başarısızlığı ve çöküşü, Batı Yarıküre’denbir gücün, Amerika Birleşik Devletleri’nin, tek başına ve aslında gerçek anlamıyla ilk küresel güç olarak hızlı yükselişinin son hamlesiydi.
Ancak, Avrasya jeo-politik önemini yitirmemiştir. Avrasya’nın batı bölgesi Avrupa, halen dünya siyasetinin ve ekonomik gücün pek çok yönden merkezi olmaya devam ederken, doğu bölgesi Asya da yakın zamanlarda ekonomik büyümenin ve yükselen siyasi nüfuzun önemli bir merkezi olmuştur. Bundan dolayı, bütün dünya ile uğraşan Amerika’nın karmaşık Avrasya iktidar ilişkileriyle nasıl baş ettiği sorusu ve özellikle baskın ve rakip bir Avrasya iktidarının ortaya çıkışını engelleyip engelleyemeyeceği noktası Amerika’nın küresel üstünlüğünü kullanma kapasitesine bağlı kalmaktadır.
Bunun sonucu olarak, iktidarın çeşitli yeni boyutlarını- ticaret ve finansa ilaveten, teknoloji, iletişim ve enformasyon-geliştirmenin yanı sıraAmerikan dış politikası jeo-politik merkezli olmayı sürdürmeli ve Avrasya’daki nüfuzunu Amerika’nın siyasi hakem olduğu kalıcı kıtasal dengeyi yaratmak için kullanmalıdır.
Bu nedenle Avrasya, küresel üstünlük mücadelesinin oynandığı satranç tahtasıdır ve mücadele jeostratejiyi, yani jeopolitik çıkarların stratejik idaresini de içerir. 1940’lı yıllar kadar yakın zamanlarda Adolf Hitler ve Joseph Stalin (o yılın kasım ayındaki gizli görüşmelerde), Amerika’nın Avrasya’dan dışlanması gerektiği konusunda açıkça anlaştılar. Her ikisi de Avrasya’yı kontrol edenin dünyayı kontrol edeceğine inanıyordu…….” 1
1 BRZEZİNSKİ, Zbigniev, (1997) : Büyük Satranç Tahtası: Amerikanın Önceliği ve Bunun Jeostratejik Gerekleri, İnkılâp Kitapları, İstanbul, Çeviren: Yelda Türedi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder