6 Eylül 2010 Pazartesi

Bu Kış İtalya’ya Komünizm Gelecek!

1980 yılında İtalya’nın Bologna kentinin tren garında bir bomba patladı. Patlama sonucunda 85 ölü ve 200 yaralı olduğu açıklandı. Neo-faşist bir grup Roma merkezli bir gazeteyi arayarak gara bombayı kendilerinin yerleştirdiklerini söylediler. Diğer yandan bazı yayın organları da eylemin aşırı sol Kızıl Tugaylar tarafından yapılmış olabileceği haberlerini geçiyorlardı. Bologna’da meydana gelen olaydan dört yıl sonra, 1984’ün Kasım’ında Floransa’dan Bologna’ya giden sözde “Noel” treninde yine bir bomba patladı ve 15 kişi hayatını kaybetti 267 kişi yaralandı.


80’li yıllar İtalya için hiç de iyi başlamamıştı. 1981 yılında ülkenin üst düzey generalleri, bakanları, bürokratları, gazetecileri ve akademisyenlerinin İtalya devletini kontrol etmek amacıyla bir Mason Loca’sına kayıtlı oldukları keşfedildi. 1990 yılında parlamentoda ilk kez bir İtalyan başbakanı ülkesinde Komünizm ile mücadele etmek için 1950’den beri kurulmuş asker ve sivillerden oluşan gizli bir örgütün varlığını kabul eden açıklamalarda bulunmuştu. İkinci Dünya Savaşı sonrası, İtalya’da pek çok bombalama, sivil yönetime darbe ve diğer devlet kurumlarını ele geçirme eylemlerine şahit oldu. Soğuk Savaş süreci boyunca İtalyan Meclisi’nin ilgili komisyonlarına gelen bir çok belge ve kanıt, örtülü güçlerin bu tür eylemlerinin olduğunu ortaya koyuyor ancak yargı önünde örgütlü bir yapının olduğu ispatlanamıyordu. 1991 yılında İtalyan Meclis’inde oluşturulmuş soruşturma komisyonu ilk kez, İtalya’da ‘Paralel Devlet’ kelimesini kullandı.

Her ne kadar ‘Paralel Devlet’, (biz de ki tabiriyle ‘Derin Devlet’) üzerine çok yazılıp çizilmiş olsa da, konuya teorik olarak yaklaşan, 20 yy’ın başlarında ünlü Alman bilim adamı Emil Lederer, ‘Paralel Devlet’ oluşumunu ‘Devlet’ in “dışsal rolü” olarak niteler. Lederer devleti oluşturan toplumun en yüksek ifadesi devletin ta kendisidir ve bu ifadenin de ‘adalet’ (Rechtsstaat) üzerine inşa edilmiş olduğunu söyler. Lederer ‘paralel devlet’i açıklarken ayrıca devletlerin uluslararası rollerinden dolayı da ‘güç’ (Machtsstaat) üzerine de inşa edildiğini söylemektedir. Açık deyimiyle her devletin içe bakan ve dışa bakan bir rolü vardır ve içe bakan, ‘adalet’ ve dışa bakan, ‘güç’ sarkacı dâhilinde devlet kendi kimliğini oluşturmaktadır.

Son yıllarda özellikle demokrasi uzmanlarının, ‘paralel devlet’ çalışmaları üzerine oldukça fazla kafayı yormaya başladıkları görülüyor. Bu uzmanların Emil Lederer’in ‘adalet’ ve ‘güç’ sarkacı yaklaşımını da yeni keşfetmeye başladıkları söylenebilir. Her ne kadar bu iki kavram birbirini tamamlasa da, uzmanlar demokratik bir ülkede bu iki kavramın yaygın kontrol alanlarının ince bir ayrımı olması gerektiğini söylerler. Konu savunma, dış ilişkiler ve ekonomi gibi hem içsel hem dışsal faktörleri ilgilendirdiğinde, ‘adaletin’ ve ‘güç’ ün muğlak bir kesişme noktası olduğu gerçeği karşımıza çıkar.

Dışsal faktörler göz önünde bulundurulduğunda, devletlerin etki alanları bir diğer devlete sadece güvenlik alanında değil ama aynı zamanda ekonomik olarak ta sirayet etmektedir. Bu durumda soğuk savaş sonrası kapitalist sistemin galip geldiği bir dünyada ve ilişkilerin bu kadar yakınlaştığı bir dünya düzeninde Habermas’ın dediği gibi kapitalist ülkeler kendi toplumlarında barışı sağlamak için ve vergi-harcama döngüsünün sağlığını korumak için demokrasilerini güçlendirmelidirler denilebilir.

Habermas’ın bu tanımlamasıyla iki sarkaç daha karşımıza çıkıyor; ekonominin gelişmişlik düzeyiyle demokrasi birbirine paralel iken, ekonomik aktörlerin yönetime talip olma iradesinin oluşturduğu otorite ile de faşizm birbirine atbaşı gidiyor denilebilir. Zira Mussolini faşizmi tanımlarken ülke içindeki ekonomik aktörleri de bu tanımlamanın dışında tutmamakta ve kendi ifadesiyle bir şirketokrasi tanımlaması yapmaktadır. Şirketokrasi kavramı 2004 yılında John Perkins adlı bir ekonomistin yazdığı ‘Bir Ekonomik Tetikçi’nin İtirafları’ kitabıyla yaygınlaşmaya başlasa da Mussolini’nin de tanımlamasına atıf yapmak Soğuk Savaş düzeninin İtalya örneğiyle daha da belirginleştirecektir. Mussolini: “Faşizmi şirketokrasi olarak adlandırmak çok daha uygun olurdu zira şirketokrasi devlet ile şirket güçlerinin birleşimidir” der.

İtalya İkinci Dünya Savaşı sonrasında Mussolini’den devraldığı ülkesini işte böyle bir ortamda buldu. Kapitalist kampın, komünist kampa yönelik bir laboratuarı ve bir üssü idi adeta İtalya. 1981 yılında Propaganda Due Mason locasının deşifre edilmesi ve locaya ait 950’i ismin ele geçirilmesinden sonra, Soğuk Savaş’ın üssü bir nevi deşifre olmuştu. Loca’nın başında bulunan Licio Gelli’nin bir numara olma görevi iyice netleşmeye başlamıştı. Licio Gelli’nin villasının basılarak ele geçirilen “Demokrasinin Yeniden Doğuş Planı” belgesine göre İtalya’da,“gerilim stratejisi” mahiyetinde bir yol takip ediliyor ve bu yolda amaç; sinik, korkutulmuş, tepkisiz bir “korku toplumu” oluşturulması olarak tanımlanıyordu. Bu amaç uğruna her türlü bilgi kirliliği provokatif eylem meşru görülüyordu. Stratejiye göre öncelikle medyanın ele geçirilmesi gerekiyordu. Yargı bağımsızlığının yok edilmesi, sendikaların etkisizleştirilmesi, ve hatta İtalya’da başkanlık sistemine geçiş planlanıyordu. Dava açıldı ama sonuç alınamadı. 950 kişilik listeden sadece üç kişi 12 yıl ev hapsi cezası aldı. Belirtmek gerekir ki Loca’nın “1816” numaralı üyesi Silvio Berlusconi Başbakan oldu.

Çağımızın en önemli düşünürlerinden biri olan ve Mussolini iktidara geldiğinde ülkeyi terk etmeyi reddederek cezaevine gönderilen Antonio Gramsci’nin düşünceleri ve onu takip edenlerin sistem algısı bir nevi yaratıcı yıkıma neden olan tasfiye sürecinde yaratıcı kısmı için ortamın hazırlanmasına yardımcı olduğu söylenebilir. Bir çok kapitalist ülke toplumsal barışı ve vergi-harcama döngüsünü korumak için, kendi düşük gelirli vatandaşlarını korumakta, bu vatandaşlar da devletimin refahı benim faydama diyerek bir teslimiyet içerisine girebilmektedirler. İşte bu ikilem hem devleti koruma güdüsü hem de devletten faydalanma güdüsü kaçınılmaz olarak kültürel ve ideolojik bir sınıfın oluşmasına neden olmaktadır. Gramsci bunu üst yapı olarak adlandırır. Gramsci devletin tarihsel olarak yapısının da, bir yandan üretici güçlere dayalı toplumsal yapının diğer yandan ideolojik ve siyasal bir üst yapıya özgül eklemlenme tarzıdır der. Diğer bir yaklaşımla, toplumun korunmaya olan ihtiyacı ve devletten faydalanma güdüsü, üst yapının doğal bir ideolojik hegemonyasına neden olmaktadır. Daha sonra oluşan elit sınıfın kendi kültürünü oluşturmasıyla, kendi kitle medyasını oluşturmakta ve kendi burjuva eğitim sistemine dahi sahip olmaktadır.

Sivil toplum ise, doğrudan doğruya ve yalnızca iktisadi düzeyi değil ama aynı zamanda bir toplumsal örgütlenme tarzının, devlet hariç, bütün mekanizmalarını içerir. Egemen sınıf ise toplumsal hegamonyasını bu mekanizmalar aracılığıyla sağlar. Buna göre sivil toplum aile, din, okul, partiler, medya bir bütün olarak ideoloji ve onu üreten aygıtlardır. Devlet ise egemenliğin zorlayıcı aygıtları olan, hükümet, güvenlik güçleri ve hapishanelerdir. Temel sınıf ise bu iki alandaki güçlerini birlikte kullanarak sürdürür. Gramsci bunları söylerken sivil toplum ile siyasal toplumun birbirine karıştırılmasının devleti putlaştıracağını iddia ederek devleti bir zorba gibi görmemek gerektiğini, devletin bir ikna edici yönünün de olduğunu kabul eder.

İtalya’nın üst yapısının kendi kodlarına uygun olarak şekillendiği, Mussolini’den tevarüs ettiği üst-yapı ve sivil tabanın keskin ayrımında İtalya’da başlayan Temiz Eller operasyonundan sonra oluşan boşluğun doldurulmasında belki de Gramsci’nin fikirleri ve onu takip edenlerin oluşturduğu sivil bilincin etkisi yadsınamaz. Son yıllarda Ergenekon Davası sürecinde Türkiye’de yaşananların İtalya’nın son 20-30 yılda yaşananlara benzemesi, Türkiye’nin de içinde bulunduğu durumu ortaya koyması bakımından bir anlam taşıdığı ortadadır.

Türkiye’nin bir Gramsci’si yok ama Türkiye’de milletin kendisi var. Bu durumda yapılması gereken eğer devlet yönetiminde bir boşluk oluşmuşsa veya oluşacaksa süreci toplumsal devinimin hakiki ve dinamik çevrimine bırakmak en doğru seçim olacaktır. Ülkede Hükümet etmesi gerekenler, Türkiye’nin bu dönüşüm sürecini milletin doğal sürecine havale etmekle esasında en doğru adımı da atmış olacaklardır.

Yusuf Ergen, 30 Mart 2010, Ekopolitik.org-Haber10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder