17 Eylül 2010 Cuma

Eski Hal Muhal ya Yeni Hal ya İzmihlal

Hakkari'de sivil bir minübüsün geçişi sırasında patlatılan mayınla 9 kişinin ölümü...Ateş düştüğü yeri yakıyorun ötesinde bir şeyler söylemek gerek...

Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin her zaman önünde üç problem olagelmiştir. Bu problemler aynı zamanda ulus-devletimizin de birer çıpaları olmuştur. Bunlar çıpalar: Kürt Meselesi, Laiklik, Sivil-Asker ilişkileri başlıkları altında toplanmaktadır. Sekizinci Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’a danışmanları tarafından bu çıpalar açıklandığında nasıl bir tepki vermişti acaba? Üstelik birer tarihsel mesele olan bu çıpaların kendisi tarafından çözülemeyeceğinin altı çizilerek anlatıldığında kafasını sallamakla mı yetinmişti?

Bu üç çıpa arasından tarihsel olarak Türkiye’nin bir kambur gibi taşıdığı Kürt Meselesi’ni çözmek için yönetici erk dönemsel olarak çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Bu girişimlerden sonuncusu, demokratik açılım çatısı altında konuşlandırılmaya çalışılan nihai açılım sürecidir. Geçtiğimiz yıl mayıs ayının ortalarında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan’ın “Kürt sorununda açılımlar olacak” ve “Kürt sorunu için tarihi fırsat” sözleriyle başlayıp Milli Güvenlik Kurulu’nun da sürece destek vermesinin ardından neredeyse bir buçuk yıl geçti. Mezkûr sorunun bizzat kendisinin bir gayya kuyusu olmaktan çıkartabilecek bir formül ne Özal öncesinde ve sonrasında halen geliştirilemez olduğu algılanıyor. Ne söylense, ne yapılsa ve çözüme yönelik ne ortaya konulsa, gayya kuyusunun bir parçası olmadan öteye geçilebilmiş de değil. Psikanalitik çerçevede nasıl ki kişilerin ulaştığı bilişsel düzey bunaltı doğuracak raddeye ulaştığında kişi psikolojik gerileme yaşıyorsa, mezkûr sorunun seyrinde karşılaşılacak her bulantı düzeyi, bizim yeniden tarihe atıflarda bulunmamıza neden olup bir gerileme yaşatıyor.

Üç Çıpa’dan Birinin Kaynağı Musul Meselesi

Örneğin ne zamanki ‘Kürt Meselesi’nin çözümüne dönük bir hareketlik başlasa ve bu girişimin akim kalacağı izlenimi tebarüz etse, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını müteakip yaşanan travmalar biliş düzeyinde yeniden yerini alıyor. Bu biliş düzeyi ise yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Musul Meselesi’ne tekabül ediyor denilebilir. Zira Musul Vilayeti Osmanlı’nın batılı devletlere karşı kazanılan Milli Mücadele’nin ardından ulus-devletin kurulması sürecinde masada belli bir süre daha mücadele etmek zorunda kaldığı durumu yansıtıyor. Ne var ki, II. Lozan görüşmelerinin ardından modern Türkiye Cumhuriyeti’nin Musul Vilayeti’ni şartlı bir şekilde Britanya mandası altındaki Irak Krallığı’na bırakmasının yarattığı açı kırılması “Kürt Meselesi” olarak nitelenen problemin soyut düzleminin alanına denk geliyor.

Yönetici Erk Meselenin Özünü Biliyor

Mesele ne şekilde ele alınırsa alınsın Musul Vilayeti’nin kaybedilmesiyle oluşan açı kırılmasının oluşturduğu fay hattının yeni bir sistem oluşturduğu gerçeğinden kimsenin kaçamayacağı ortadadır. Zira ne tarih geriye doğru işlemekte, ne de tarihi yeniden yazabilecek bir uzay bulunmaktadır. Bu meselenin, Mustafa Kemal Atatürk’ün, gözünün arkada gitmesine neden olduğu ve Misak-ı Milli sınırları dâhilindeki Musul Vilayeti mirasını İsmet Paşa’ya söylediği biliniyor. Bu mirasın daha sonra İsmet Paşa tarafından, Bülent Ecevit’e, Bülent Ecevit’in de dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e aktardığı çeşitli platformlarda dile getirilmişti.




Tükenen Osmanlı Mirası ve Gençlik Hareketleri

Büyük çatı altında meydana gelen Musul Vilayeti çatlağı son 90 yılda yaşanan travmaları da beraberinde getirmiş ve bu travmaların üzeri defalarca örtülmeye çalışılmıştır. Ancak hiçbir zaman oluşan yaralara iyileşme imkânı tanınmamıştır. Bunun nedeni modern Türkiye bölgeye ilişkin doğal ve tarihi sorunları uzun soluklu ve gerçekçi bir zemin üzerinde enine boyuna inceleme ve değerlendirme fırsatı bulamaması olabilir. Zira II. Lozan görüşmelerinden sonra Kürt nüfusunun yoğunluklu olarak yaşadığı Musul Vilayeti’nin kopması Kürtler nezdinde terkedilmiş, istenmeyen, karşılık görmeyen bir halk olarak algılanmasına neden olmuştur.
Türkiye geliştikçe, sınırlarıyla beraber sorunları da yerli yerine oturdukça bölgenin her iki tarafında kalan Kürt halkı kendi meşru zeminlerini kendileri aramaya koyuldular. Bu zemin arayışları 1960’lara kadar, Osmanlı’dan miras kalan sorunlar ve sistemler üzerine kurgulanmıştır. Ne var ki, 1960’lardan sonra Osmanlı’nın mirası da tükenmeye yüz tuttu. Özellikle Türkiye’nin NATO’ya üyeliğinden sonra kendi safını açıkça belli etmesi ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt halkını’ iyiden iyiye ilgisiz bıraktı. İşte böylesi bir ahval ve şeraitte hem kendi mecrasını bulmaya çalışan Türkiye, hem de meşru zemini arayan Kürt halkı dünya genelinde başlayan 1968 gençlik hareketleriyle yüz yüze kaldılar. Tıpkı dünya genelinde olduğu gibi 1968 Türkiye’si dünyanın dört bir yanında etkisini göstermiş olan gençlik hareketlerinden ziyadesiyle etkilenmiştir. Modern Türkiye’de boş alan yakalayan gençlik hareketleri sol kaynaklı olmakla birlikte Marksist-Leninist çizgide başlayan öğrenci örgütlenmeleri de, o dönemin gençliğini amaçları doğrusunda kullanmış ve genç Türkiye’nin gençlerinin dinamizmini, meşru isteklerini de istismar etmiştir.

Gençlik Hareketleri  ve PKK’nın Kuruluşu

Ortaya çıkan gençlik hareketlerinin oluşturduğu anarşi olayları da Kürt Meselesini daha çok yasal olmayan alana çekmiş ve artık mirası tükenen bir Türkiye’de ‘yönetenler eskisi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği” bir duruma dönüşmüştür. Meşru zemin arayışlarını gençlik hareketlerinin dinamizmine havale eden ve de muhatap görmek isteyen Kürt gençler de kendilerini ezilmiş, dışlanmış ve istenmeyen olarak addettikleri Kürt halkının kurtarıcısı olarak görmeye başlamışlardır. Kurtarıcılık fikri ne zamanki meşru zeminden uzaklaşmaya başlamış, işte o zaman bir gerileme yaşayarak Türkiye’den ayrılık fikri daha fazla telaffuz edilmeye başlamıştır. Özellikle 1968 sonrası 12 Eylül 1980 darbesine giden süreçte hayalî olarak da görülse bölünme bilinçaltında işlenmeye başlamıştır. Kan ve acı dolu çatışmaların sahne olduğu 1970’lerin Türkiye’sinde Marksist fikirlere dayanan Kürdistan İşçi Partisi de (PKK), Türkiye’nin henüz yerli yerine oturmamış temel dinamiklerini sarsmıştır. İşte bu kaotik ortamda 5–10 kişilik genç ve devrimci bir ekiple yola çıkan ve hala devam eden PKK ülkede düşük yoğunluklu savaşın yaşanmasının da temellerini atmıştır.

Kısaca PKK’nın kuruluşuna değinilecek olunursa, Abdullah Öcalan ve arkadaşlarının Ankara yakınlarındaki Çubuk Barajı’nda Nisan 1973’te gerçekleştirdiği ilk toplantılarında tarihsel bir isim olarak kullanılan Kürdistan bölgesinin bir sömürge olduğu tezi ortaya atılmıştır. İlk toplantılarından itibaren belli bir süreye kadar özellikle silahlı mücadeleye karşı duran bir tutumu benimseyen PKK’nın çekirdek ekibi, hayali devrim mücadelelerinde belli ki muhatap bulamamanın sorunlarını yaşamışlardır. Öcalan ve arkadaşlarının ikinci toplantıları veya görüşmeleri yine Ankara sınırları içerisinde Abidinpaşa-Tuzluçayır semtinde gerçekleşmiştir. Tuzluçayır olayı Çubuk barajı toplantısına göre daha önemli bir görüşme olduğu kabul edilmektedir. Bu toplantıda PKK’nın çekirdek kadrosunun ilk kez örgütlü olarak bir araya geldiği şeklinde kuvvetli iddialar bulunmasına rağmen Öcalan bunu reddetmektedir. Çeşitli kaynaklardan edinilen derlemelere göre bu toplantıya 11 kişinin katıldığı söylenebilir. Bunlar; Abdullah Öcalan ve ilk eşi Kesire Yıldırım, Cemil Bayık, Ali Özer, Haki Karaer Musa Erdoğan, İsmet Kılıç, Hasan Asgar Gürgöze, Kemal Pir, Kamer Özkan, ve Haydar Keytan.

PKK’nın stratejisinin ve açılımının temelini oluşturan üçüncü bir toplantı da Ankara’nın Dikmen semtinde öğrencilerin kaldığı bir apartman dairesinde gerçekleştiği söylenmektedir. Gruplaşmanın netlik kazanmaya başladığı bu toplantı sonucunda Öcalan’ın Ankara’da kalması daha uygun görülmüş ve bazı kararlar alınmıştır. Örgüt için bu toplantının esas önemi amatörlükten profesyönel örgüt çalışmalarına geçilmesidir. Dikmen toplantısında Öcalan liderliğinde 25 kişilik bir grup bir araya gelmiş ve grup pratikten hareketle gruba merkezi bir yapı kazandırarak örgütleşmeye başlamıştır. Bütün toplantı ve eğitim çalışmalarında silahlı mücadeleden bahsedilirken, silaha başvurulmaması, Tunceli’de bir banka soygunu dışında güncel devrimci pratikten geri kalınmaması benimsenmiştir.

Çubuk Barajı toplantısıyla başlayan, 1973-1976 yılları arasında, gerçekleşen örgütün çekirdek yapılanmasının ve temelinin atılmasına vesile olan bu görüşmeleri Öcalan ideolojik altyapı ve öncü kadro oluşturma olarak ifade etmektedir. 1976 yılından itibaren arkadaşlarıyla birlikte Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya dağılan bu kadrolar, teoride gördüklerini uygulamaya geçirmeye başlamışlardır.

Bu süreçte örgüt faaliyetleri daha çok eleman kazanmaya ve gençler üzerinde tesir oluşturarak tabanını genişletmeye yönelmiştir. Gençlere yönelik faaliyetlerin hakkında Öcalan; “Çalışmalar daha çok aydın gençlik kesiminin içerisinde yürütülüyordu. Aydın gençliğin kendine özgü karakteri vardır. Bu defa, toplumsal bir kategori olarak gençlik devrimci düşüncelere açık, onları rahatlıkla benimseyebilen özelliklere sahiptir. İkincisi aydın gençlik olması itibariyle bilimle en çok temasta bulunan ve devrimci düşünceleri en erkenden özümsemeye yatkın bir kesimi oluşturuyor. Üçüncüsü gençliğin atılgan coşkulu engel tanımayan özellikleri vardır. Bu açıdan gençlik kesimi içerisinde çalışma yürütülmesi doğal ve zorunluydu.” demektedir.

Mesele’nin Özü Dâhilinde PKK Aymaz Bir Yapıdır

Musul Vilayeti Osmanlı’nın batılı devletlere karşı kazanılan Milli Mücadele’nin ardından ulus-devletin kurulması sürecinde masada belli bir süre daha mücadele etmek zorunda kaldığı durumu yansıtması Türkiye’nin, kalbi, vicdani ve de uhrevi olarak Kürdü bünyesine dahil edememesine neden olmuştur. Kürdü alamayan bir Türkiye’de oluşan ilk boşlukta aymaz bir yapının ortaya çıkması meselenin özünden son derece uzak bir durumdur. Öcalan’a Kürt halkının lideri demek ne derece yanlışsa, PKK’nın da Kürt halkının mücadelesini veriyor demek o derece yersiz ve saptırma bir mecradır. PKK ile güvenlik alanında mücadele veren Türkiye’de Kürt halkı kendi onurlarından asla ve kata şüphe etmemelidir. Türk halkı da PKK’dan dolayı bölünme tedirginliği yaşamamalıdır. Kürt Meselesi’ni PKK üzerinden okumaya çalışmak tıpkı PKK’nın aymazlığı gibi bir aymazlıktır. Milli mücadele döneminde Kürt halkının yaşadığı ve yaşayacağı travmayı sezen Said-i Kürdi’nin Kürtlere seslendiği yazısıyla bitirelim;




Ya ma’şere’l Ekrad

İttifakta kuvvet, uhuvvette saadet, hükümette selamet var. İttihadın habl-ı metnini muhabbetin dayanıklı halatını sıkı tutun ki, sizi belalardan kurtarsın. Güzelce kulak veriniz, dinleyiniz; size bir şey söyleyeyim: Biliniz ki, üç; evet üç cevherimiz var ki, bizden muhafazasını istiyorlar: Birincisi: İslamiyet, ki milyonlarla şühedamızın kanını ona baha vermişiz. İkincisi: cevheri insaniyet, ki bizi heyeti içtimaiye nazarında insan gösterecek odur. Üçüncü; Milliyet ki, pişevalarımızın, seleflerimizin ruhlarını mezarda şad ettirecek bir tuhfemiz ve onlarla rabıta-i ezeliye ve ebediyemiz olacaktır. Şu üç cevhere mukabil bir de üç düşmanımız vardır, ki bizi mahvediyor: Birincisi: Fakr, ki İstanbul’daki 40 bin hamalın vücudu o düşmanımızın numune-i tasallutudur. İkincisi: Cehl, ki birinci düşmanımızın istilâsına büyük bir yardımcıdır. Zebun-u fakr olan o 40 bin hamalın içinde binde biri bir gazeteyi okuyamıyor ki bir tarik-i necat bulsun. Üçüncüsü: İhtilaf ve muadat-ı cahilânemizdir, ki biz birbirimizle boğuştukça bir terbiyeye bihakkın kesb-i istihkak ediyorduk. Bilmeli ve anlamalıyız ki: şu üç düşmanı kahretmek ve o üç cevherimizi onların ellerinden kurtarmak içinde elmastan masnu üç kılınç bize lazımdır. Birinci kılıncımız maarif, ikinci, ittifak ve muhabbet-i milli; üçüncüde teşebbüs-ü şahsi ve sa’yi nefsidir. (Said-i Nursi, Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi, Sayı 2, Sayfa 13, 12 Aralık 1908)


Yusuf Ergen, Ekopolitik Gündem, 3. Sayı, 16 Eylül 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder