Bu yazı Anayasa Paketi Görüşmeleri'nin Mecliste tamamlanmasından hemen bir önceki gün yayınlanmıştır.
Yeni milenyuma girerken tarihinin en kritik iki tarih göstergesine, 9/11’e, tanıklık eden dünya, yeni düzenini aramakla meşgulken, Türkiye 1 Mart tezkeresiyle bu sayfada yerini almaktan beri durmadı. Kaderin cilvesi her iki tarih kırılmasının takvim göstergesini denk düşürmüştü. (N)etekim, Avrupa takvim sistemine göre Berlin Duvarı’nın yıkılması tarihi olan 9 Kasım 1989(9/11) ile İkiz Kuleler’in ‘teröristler’ tarafından yıkılması tarihi olan 11 Eylül 2001(9/11) benzer sistemle gösteriliyordu. Birinci 9/11’den sonra, 1973 petrol krizi sonrası petro-dolar etrafında oluşan ve neticede ABD hegemonyası perspektifinde kurgulanan, kampsal mevzi mücadelesi bozuldu ve ikinci 9/11’e kadar süregelen hâkim düzen yerini, yolunu arayan bir dingin sisteme bıraktı. 11 Eylül’den sonra bu dinginlik de bozuldu ve hemen mevziler kendilerini yeniden sorgulamaya başladı. 1973 sonrası monetarist akımın dünya hegemonyasına dönüştürülmesi yolunda oluşturulan kadrolar da etkinliklerinin en zirvesindeydi. Irak’ın ‘terörist ülke’ olarak ilan edilmesine zemin hazırlayan ‘ideolojik’ neo-conservative’lerin ünlü tarihçisi ve dış politika analisti Robert Kagan bu mevzi mücadelesini şöyle ortaya koyuyordu; “11 Eylül sonrası gelecek dönemlerde ne olacaksa olacak ancak kesin olan bir şey var o da, ABD ile Avrupa arasındaki ilişkilerin bir daha asla eskisi gibi olmayacağıdır.” Cennet ve Güç: Amerika, Avrupa ve Yeni Dünya Düzeni kitabının da yazarı olan Kagan, “kendimizi kandırmaktan vazgeçelim, ABD ile Avrupa aynı dünya görüşüne sahip değil, ya da aynı dünyada yaşamıyorlar bile, hatta Amerikalılar Mars’tan, Avrupalılar Venüs’ten” diyebiliyordu. Zira Kagan’a göre etimolojik olarak bile Avrupa; ‘dişil’ idi ve Mitolojide Finike kralı Agenar ile Telepassa’nın kızının adıydı. Bu şu demekti, Avrupa tarih boyunca dünya jandarması olamamış ve daha çok yumuşak güç, toplumların özgürleşmesi, sanat akımları, insanlığın aydınlanma dönemlerinin beşiği olagelmişti. Ama Amerika öyle değildi, Amerika ‘erkek’ti ve dünyanın jandarması olmalıydı ve güç kullanabilmeliydi.
İlk dönemlerinde 11 Eylül saldırıları Avrupalıların Amerikalılar ile bir dayanışma örneği göstermeleri için iyi bir fırsattı. Avrupalılar da Amerikalılar gibi bir savunma ittifakı olan NATO’nun devreye girip anlamı pek de açık olmayan ‘terörizme karşı savaş’ başlatmasını ısrarla istiyorlardı. Ancak 11 Eylül’ün bir sonraki yılında Avrupa ile ABD arasında ilişkiler giderek bozulmaya başladı. Londra’da yaşanan terör saldırılarının şiddeti Avrupa’nın Amerika’yı desteklemesi için bir vesile oldu. Oysa Amerika’nın terörizme karşı açtığı, gerçek amacı belli olmayan, yöntemleri pek de etkili olmayan, tabiri yerindeyse kaba savaş, Avrupa ile Amerika arasındaki anlaşmazlığı giderek daha da açığa çıkarmaya başlamıştı. ABD’nin ‘Şer Ekseni’nin içinde gördüğü ülkeleri sürekli kınaması, her şartta İsrail’e destek mesajları vermesi, Filistinlileri aşağılaması, Avrupalıların ABD hakkındaki düşüncelerini olumsuz yönde etkilemeye başlamıştı. O zamana kadar kendini dünya barışını tesis etme unsuru olarak gören Amerika o zamandan sonra kargaşa yaratan bir güç olmaya başlamıştı. Bununla birlikte kendilerini güçlü bir babanın meşru evlatları gibi gören Avrupalılar da, kendilerinden üstün olarak gördükleri Amerikan gücünü tehlikeli olduğu gerekçesiyle suçlamaya başladılar. Akabinde Fransız, Alman ve İngilizlerde Amerikalılara karşı ortak bir uluslararası duyarlılığın şekillenmeye başladığı gözlemlendi.
Bu duyarlılık nasıl oluşmaya başlamıştı? Öncelikle tarihsel olarak Fransızların Amerikalılara karşı duyduğu kuşkunun yeni bir şey olmadığını söylemek gerek. Almanların kaydettiği gelişmeler ise takdire şayandır. Özellikle Adolf Hitler’in ünlü istihbarat subayı Reinherd Gehlen’den beri Avrupa Kıtası’ndaki Amerikan denetiminin en önemli aracı ve Batı’daki himayecisi olan Almanya’nın yöneticilerinin ABD’ye boyun eğmesi Washington yöneticileri için normaldi zaten. Washington yönetiminin kendilerine olan aşırı güveninin, dile getirilmeyen iki nedenden ileri geldiğini söyleyebiliriz, birincisi: Amerikan bombalarının Almanya’yı yerle bir ettiği 1943-1945 arası dönemde yapıları gereği daha güçlü olana boyun eğmiş olan Almanlar itaatkar bir milletti. İkinci olarak Almanlar kendilerini komünizme karşı koruduklarından ve ekonomik kalkınmalarına izin verdiklerinden, Amerikalılara minnettardı. Güç ve çıkar ilişkilerinin bilincinde olan Almanların Amerikalılara sadakati sonsuz gibiydi.
11 Eylül sonrası dönemde İngilizlerin kafalarında oluşan tereddütler de hat safhaya ulaşmıştı. İngiltere’nin ‘terörizme karşı savaşta’ ABD’nin yanında yer alması, ABD’li strateji uzmanları için çok doğal ve bir o kadar da tarihseldi. Ancak buna rağmen o dönemde İngiltere’de gerek sağ ve gerekse solda gelişen Amerikan karşıtlığı bir çelişki yaratıyordu. İngiltere’nin ABD’ye olan desteği daha önce görülmemiş bir tarzda aşikârdı. Oysa daha önceki dönemlerde ülke ABD’nin küresel politikalarına mesafeli durmuştu. Örneğin İngiltere Vietnam Savaşı’na müdahil olmamıştı. Ancak ABD ile İngiltere arasında bir yakınlaşıp bir uzaklaşan ilişkiler farklı derecelerde bütün Avrupa uluslarını etkiliyordu. Çünkü birbirlerine çok fazla yakınlaşan güçler, aralarında kaldırılamaz bazı farklılıkların var olduğunu anlıyorlardı.
Almanlar, İngilizler ve Fransızlar bir araya geldikleri zaman dünyanın kaldıracı olabiliyorlar. Örneğin, 2002 yılında İngiltere ve Almanya’nın desteğiyle Avrupa Birliği, çeliğe koyulan vergilerin kaldırılmasından hemen sonra, ABD’ye karşı tavır alabiliyordu. Çeliğe koyulan verginin kaldırılmasından hemen sonra birçok Amerikalı yetkili medyaya verdiği beyanatlarda ya da gazetelerin köşe yazılarında, Avrupalıların anlayışsızlık ve vefasızlıklarından ve de buna paralel olarak bağımsızlıklarının artırmasından üstü kapalı bir şekilde şikâyet ediyorlardı.
ABD ile Avrupa arasında yaşanan siyasi anlaşmazlıkları anlatmak için, uyuşmazlıklardan çok bilinçlenme sürecini incelemek gerekiyor. Mesela ABD güçlerinin Irak’taki durumlarından çok önce, İngiltere’nin Basra Körfezi’nden askerlerini çekme gayreti, koalisyon uyumu değil Avrupa’nın ancak bilinçlenme düzeyiyle açıklanabilecek bir durumdu. Akabinde İngiltere eski Başbakan’ı Tony Blair’in sorgulanması yine bir uyum değil ancak bir bilinçlenmenin sağlayabileceği, ‘bazı güçler (powers that be) iş başında’ kotasyonuyla açıklanabilecek bir şeydi. Diğer bir ifadeyle bazı güç odakları Avrupa’yı ABD’ye yaklaştırırken diğerleri uzaklaştırıyordu. Sanki Mars ve Venüs etkisi altındaki med-cezirler gibi ABD’yi ve Avrupa’yı yakınlaştırmaya ve uzaklaştırmaya iten güçler eş zamanlı olarak artıyordu. Avrupa’da günden güne artan ABD ile birleşme isteğinin karşısına daha güçlü biçimde artan bir uzaklaşma isteği çıkıyor.
21. yy İmparatorcukları
Irak Savaşı’ndan beri Avrupalıların ABD’ye karşı olan tutumu, tıpkı Washington’un Avrupa Birliği’ne gösterdiği yaklaşım gibi çift dipli. Bir taraftan Amerikalılar Ruslara karşı Atlantik İttifakını güçlendirmek için Fransızlarla Almanları barıştırırken, diğer taraftan da Avrupalılar Prag olaylarından sonra Doğu Avrupa’nın Sovyetleştirilmesi tehdidi karşısında Amerikalıların korumasına gereksinim duyuyorlardı. Buna karşılık komünizmin çökmesi sonrası Avrupalıların kuşkuyla karışık tarihi birikimleri, ABD’ye karşı ancak bağımsızlık mücadelesi çerçevesinde işlenmiş bir karışık senaryoyla açıklanabilir. Nihayetinde komünizme karşı kendisini kollayan bir ‘maskülen’ koruyucudan ancak böyle boşanabilirdi.
Bu durum son yirmi yıl içinde Avrupalıları Amerikan sistemiyle bütünleşmeye iten karşıt güçler ortaya çıkarmıştır. Üçüncü Yol akımını doğuran bu süreç sonrası gerçekleşen liberal devrim, Avrupa’nın üst kesimlerinde yeni yönelime neden oldu. Bu; oluşmakta olan yeni toplumsal güçlerin yeni liderlere ihtiyaç duyduğu anlamına da gelmekteydi. Liberal rüzgârı arkasına alan bu süreçte askerin rolünün gereksizliği anlaşılmaya başlandığı bir dönemde ABD, Irak Savaşı ile eşitsizliğin ve oligarşik değişimin küresel şampiyonu oluyordu. Ancak bu beraberinde bir de kırılma getiriyordu. Med-cezirle kurgulanan ABD-Avrupa ilişkilerinde ABD güçlü olduğu zamanlarda cazibe merkezi oluyordu. Fakat bundan böyle ABD Avrupa’nın karşısına liberal demokrasiyi koruma önerisiyle çıkamaz, sadece zaten zengin ve güçlü olanlara daha fazla para ve daha fazla güç teklifinde bulunabilir. Para ve daha fazla güç teklifi, Venüs’ün etkisi altındaki Avrupa için talep edilen bir şey değildir artık. İngiltere kararını vermiş ve 1997 yılından beri iktidarda olan İşçi Partisi 6 Mayıs 2010 seçimlerinde yerini Muhafazakâr Parti ile Liberal Demokrat Parti'nin oluşturduğu koalisyona bırakmıştır.
CHP Sonrası Türkiye
Bu diğer bir ifadeyle şu demektir; 1973 Petrol Krizi’nden beridir ABD hegemonyası çatısı altında kurgulanan dünyanın politik güç havzaları değişmekte, bu güç havzalarının iç politikaları da yeniden yapılanmaktadır. Çünkü artık Avrupa med-cezir oyunu oynamak istememektedir. Avrupa’nın bu oyundan kendini çekmeye çalışması doğal politik güç havzalarını güçlendirmeye ve bu havzaların çatısının oluşmasına neden olmaktadır. İngiltere’de liberal-muhafazakâr bir yönetim bağımsızlık mücadelesi vermek istemektedir. Rusya’da Medvedev’in başa geçmesinden bu yana, ülke liberal demokrasiye iyiden iyiye ısınmaya başlamıştır. Fransa ‘sol’ ile birlikte yeni bir arayışa gitmiştir. Almanya yeni bir yönetimle yoluna devam etmektedir. Hıristiyan Demokratlar’ın lideri Merkel, geçen dört yıl boyunca ortak olduğu Sosyal Demokrat Parti yerine Hür Demokrat Parti ile hükümet kurmuştur. Türkiye yeni oluşan bu güç havzaları çerçevesinde yeni bir siyaset vizyonuyla yoluna devam etmek isteme iradesini göstermektedir. Ulus-devlet şemsiyesi altında kendini cumhuriyet kazanımlarının koruyucusu ve kollayıcısı olarak gören Cumhuriyet’in partisi CHP, sürece kendini adapte edebilmenin kazanımlarını edinebilirse, Türkiye’nin dönüşümünde etkin bir rol oynayabilecektir. Aksi takdirde, “İkinci bir Soğuk Savaş’a kadar beklemek kaderdendir” vecizesini üretmek gerekecektir.
(Ekopolitik.org, Yusuf Ergen, 22 Mayıs 2010)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder